Sosyal Medya

ENFLASYON VEYAHUT “QUO VADIS TÜRKİYE?”

3 Ekim 2018

Bugünkü enflasyon eylül rakamlarını görmüşsünüzdür. TÜFE’de aylık % 6.30 yıllık 24,52. “Ekran piyasacılarının % 3’lük tahminlerine karşı piyasada ve gerçek iktisatçılar arasında % 5 ve üstü konuşuluyordu. Daha 3 gün önce Halk TV Zamanın Ruhu programında gerçek beklentinin % 5 ve üstü olduğunu ifade etmiş, eğer %2-3 açıklanırsa asıl bunun piyasayı daha kötü etkileyeceği, çünkü artık TÜİK’e zerre kadar kalmış güvenin de ortadan kalkacağı konusunda uyarmıştım. Neyse ki buna tevessül edilmedi. Birileri şu günlerde “güven”in en önemli meta haline geldiğinin farkına varmış olmalı. McKinsey’in bir anlamda “kefil” olarak kiralanması da zaten bunu gösteriyor. İşin Duyunu Umumiye ile -hiç değilse şimdilik- ilgisi yok. Ne için getirildiği aşağıdaki satırlarda mevcut. Enflasyonun aşikar kıldıkları ve sakladıkları üzerinden devam edelim.

Enflasyon üzerine zaman zaman http://paraanaliz.com ‘da yazıyorum. Kitaplarımda da mesela Kahrolsun İstibdat Yaşasın Hürriyet’de de yazdım. “Korku” ve yaranma duygusu bir yandan, anaakım iktisadın para hakkındaki teorik hataları diğer yandan ülkedeki enflasyonu açıklamayı imkansız kılıyor. (Bu yazıyı okuyorsanız paraanaliz’de cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde yazdığım şu yazıyı da okuyun lütfen: http://www.paraanaliz.com/2018/yazarlar/cuneyt-akman/rejim-insasi-turkiyeye-pahaliya-patliyor-23649/ )

Bu yazıda ne demişiz: “AKP 24 Haziran’da seçimi kazanırsa vah geldi vatandaşın başına. (…) yerel seçimlerden sonra (…) Londra seferinde “faiz lobisi”ne kapalı kapılar ardında verdiği sözleri yerine getireceği, vatandaşı IMF programlarından bile bin beter tokatlayacağı kesin

Başka ne demişiz o yazıda: “100 yıllık parantezi kapatmak” sevdası iflasa sürüklüyor!”
Ve: “Çözüm mü? İktisatçılarımızın bir süredir ısrarla talep ettikleri TCMB para politikalarının “normalleşme”si yetmez. Ülke, ekonomisi ve ama ille de siyasetiyle normalleşmeye yönelmeli”

Sonuçta iktisatçılarımızın para politikasında “normalleşme” talebi, 13 Eylül’de hem politika faizine dönülmesi (sadeleşme) hem de faiz artırımı (625 bp) olarak gerçekleşti. Fakat normalleşme gerçekleşmedi. Sonuç: Yazımda uyardığım gibi ekonomide dengelenmeden eser yok!

Bir şey daha söylemişiz. O da şöyle: “Enflasyonun sebebi kur değil, kur yükselişinin sebebi enflasyondur.” Yazıda döviz kuru artışının yarattığı maliyetler ile bir geçişkenlik (pass through) mekanizmasıyla enflasyonun daha fazla şiddetleneceği meselesi de tartışıldı elbette. Fakat iktisatçılarımızIn pek çoğunun iddiasının tersine enflasyonun asıl sebebinin bu olmadığı, çünkü zaten döviz kurunun geçmişte halının altına süpürülmüş enflasyon yüzünden aniden arttığı vurgulandı. Şu anda da her iki faktör birden meydanda arzı endam etmekte… Hemen hemen bitmek üzere olan geçmiş birikmiş enflasyonun döviz kuruna yansıması+ döviz kurundaki hedef aşırma etkisi (overshooting)+ TL’nin spekülatörler için para kazandırıcı bir hedef oluşu (eskisine göre azalmış olmakla beraber)+ gelecekle ilgili beklentilerin bozulmuş olması+ pek çok rakama artık inanılmıyor oluşunun getirdiği güvensizlik, ve elbette döviz kuru artışının maliyetlere yansıması (giderek etkisi azalacak da olsa geçirgenlik yani).

Konuyu özetlemeye devam edelim…

Bugün Twitter’da bir akış/flow paylaştım. Twitter akışları ne kadar faydalıysa da zaman zaman eksik veya yanlış anlaşılabiliyor. Bu yazıda onun biraz daha toparlanmış hali olsun o zaman ve kısmen bir tweet toplamasıyla, kısmen yeni eklemelerle devam edelim.

Öncelikle “Döviz artıyor ve maliyet enflasyonu nedeniyle fiyatlar da artıyor” teşhisi, şu sırada olanın ancak bir kısmını gösteren bir yarı-doğru (ve de yarı-yanlış)

Türkiye uzun süredir aşırı para “bastı.” Bu paranın büyük oranda enflasyona yol açmaması imkansızdı. Ama o yıllarda olması gereken ölçüde enflasyon ortaya çıkmadı. Çünkü bu aşırı basılan para aslında özellikle son yıllarda yurtdışından gelen ve orada da karşılıksız yaratılmış (eskiden olsa düşük ayarlı derdik) dövizlerden oluştuğu için fazladan bir enflasyonist etkisi vardı ama hemen göze çarpacak 2 sebeple enflasyon halının altına saklandı.

Gelen döviz dar bir döviz piyasasında dövizin fiyatını olması gerekenden düşük belirledi ve bu da ucuz ithalat yoluyla enflasyonun bir kısmını (sonradan yeniden ortaya çıkmak kaydıyla ve sanayide yıkım pahasına) ileriye öteledi.

Borç yoluyla gelen dövizin hane halkına bankalar eliyle kredi olarak dağıtılması (yani aslında para basılması) enflasyona yansiyabilecekken bu yaratılan kredi sayesinde emek gücünün fiyatı (ücretler) düşük tutularak enflasyonun bir kısmı ötelendi.

Bugün karşımıza çıkan enflasyon (sadece) kurun yarattığı maliyet olarak görülemez. Zira dövizdeki ani artışlar zaten -saklanan veya açık- birikmiş enflasyonun çoktan yükseltmesi gereken döviz kurunun normal değerine hedef aşırarak biraz abartıyla gelmesidir.

Sorun sadece döviz nedeniyle maliyet enflasyonu olsaydı ilk şoklardan sonra enflasyon durgunluk ve işsizliğe çok fazla yol açmadan oldukça çabuk sönümlenebilirdi. Halbuki şimdi bir cins kısır döngüye girildi ve enflasyonun hızı ancak şiddetli bir resesyon ile kesilebilir.

Peki başta anlattığım ve aslında dövizdeki yükselişin -dış nedenlerden bile daha çok- sebebini teşkil eden içteki parasal genişleme ne amaçla yapıldı? İşin püf noktası buradadır. Çözümü de aslında burada…

Enflasyona ve dövizdeki patlamaya sebep olan parasal genişleme ve bunun esas kaynağı olan dış borcun asıl nedeni ise bir “yeni istibdat” rejimi yaratmaktı. Rejim inşası pahalı bir iştir. Sadece devrimler değil karşı devrimler de para gerektirir.

Yeni İstibdat kurulurken seçimler için halka karşılıksız para dağıtıldı. Ayrıca yeni rejimin yeni burjuvazisi icin mânâsiz devasa projeler bahşedildi. Aynı projeler batan bir ekonomiyi makyajlamak ve dışarıdan para cezbetmek için de (saadet zinciri tekniği) kullanıldı. Bugün Türkiye geçmiş borçların faizini yeni aldığı borçların anaparasıyla ödemeye çalışan tipik bir saadet zincirine (Uluslararası literatürde buna Ponzi Planı veya Ponzi Şeması deniyor) sürüklenmiş halde. Neyse ki şirketlerin tersine ülkeler bilinen anlamda ekonomik olarak batmaz.

McKINSEY MESELESİ: YENİ DUYUNU UMUMİYE Mİ, YOKSA…

Ponzi meselesiyle ilgili bir konu da aslında IMF ve McKinsey. Bakın Mayıs ortasında verdiğimiz bir röportajda ne demişiz:
“Türkiye yumurta kapıya dayanmadan IMF’ye gitmez. Ortada bir Ponzi şeması yani sahte bir ekonomi var. Bunda da en dikkat edilmesi gereken şey, güçlü görünmektir. IMF’ye şu anda gitmek, aldatıcı ekonomilerin mantığına uymuyor. Bunu yaparsanız, ‘gücünüz’ sorgulanır.” http://www.diken.com.tr/ekonomist-dr-akman-turkiye-ekonomisi-dusen-ucak-gibi/

Bir şirket zora girebilir, bunun üzerine tasarruf tedbirleri alır, bazı projeleri terk eder, hesap kitaplarını şeffaf biçimde inceler ve nerelerde hata yaptığını danışmanlarıyla da tartışarak düzeltmeye çalışır. Peki bir saadet zinciri ne yapar? Tam tersini! Yeni projelerle daha da umut dağıtmaya çalışır, içinde bulunduğu krizi inkar eder ve her şeyin dedikodu, kendisine karşı birer komplo olduğunu iddia eder, defterlerini sağlam fonlar sağlayabileceği yatırımcılara, kurumlara açmaz, çünkü defterlerinin hileli olduğunu biliyordur; başkalarının da öğrenmesi halinde dışarıdan azalarak da olsa hâlâ gelen fonların tamamen durabileceğinden korkar. O nedenle bir Ponzi şirketinin batmadan önce yaptığı ve dışarıdan bakanlara son derece mantıksız gelen her şeyin içeriden bakanlar açısından kendine has bir “mantığı” vardır.

AKP, o yüzden ekonomi tümüyle durmadan IMF’ye gitmemek için elinden gelen her vakti kullanmaya çalışır. Ne var ki Saadet zinciri hakkında laflar artık hem içeride hem de fon kaynağı yurt dışında sık sık dillenmeye başladıysa ne olacak? Güven ve para bulmak için IMF’ye gidemiyorsunuz, sizin açıkladığınız Yeni Ekonomi Programı’na kimse inanmıyor, dahası daha mürekkebi kurumadan programın mesela enflasyonla ilgili öngörüleri iflas ediyor. Ne yapacaksınız? O zaman son çare meşhur bir yabancı danışmanlık şirketini tutup, kendinize bir anlamda kefil kılacaksınız. O şirketin sayesinde sizin program ve daha doğrusu açıkladığınız rakamların gerçekten doğru ve güvenilir olduğuna yabancı yatırımcıların inanmasını umacaksınız.

Peki ama mesele sadece güven meselesi mi? Evet tam da şu panik anlarında güven önemli. Ve bu güven ekonomide bile, doğruları yazan gazetecileri tehdit etmekle, işten çıkarttırmakla, kamu hesaplarında Ali-Cengiz oyunları yapmakla, ekonomik nedenlerle yükselen fiyatları zabıtalara fişletmekle sağlanmıyor. Yine de bir miktar güven bu McKinsey’le gelecekse varsın gelsin. Bir sürü şüpheyi üstünde taşıyan sabıkalı bir kuruluş olmasına rağmen şu anda verebileceği zarar, zaten gelmekte olandan daha kötü olamaz.

Fakat soruyu yineleyelim: “Mesele sadece güven meselesi mi?” Kimsenin pek söylemek istemediği meseleler var. Bugünkü tweet akışına buradan devam edelim öyleyse…

İSTİBDAT REJİMİ İFLAS ETTİRİR, İSTİSNASI PEK AZDIR!

Sadece bununla da kalınmadı. Yine rejimin siyasi ihtiyaçları gereği içeride ve dışarıda çatışmalar kasıtlı olarak tırmandırıldı. (Buna iç veya dış unsurların da çanak tutmuş olması bu gerçeği değiştirmiyor.) Sonuç muazzam miktarda pekala kaçınılabilecek “savunma” harcaması.

Hepsine tüy diken ise hemen tüm istibdat rejimlerinin özelliği aşırı şatafat ve israf. Rejimin karakteri olan liyakatszlığın getirdiği yanlış kararlar silsilesi ve verimsizliğin devasa masraflarını da ekleyin… Eskiyi yıkıp yeniyi henüz kuramayışın getirdiği denetimsizliği de…

Sonuçta bu operasyonların yol açtığı parasal balonun daha önce patlamayışı acayipti; şimdi patlaması değil. Bu saadet zinciri dış güçler yüzünden simdi patlamadı. Tersine bugune kadar ancak o dış güçler, dış piyasalar sayesinde gelebildi.

TCMB’nin kusurlu olmasına rağmen neden çaresiz, ana akım ve ekran piyasacılarının olan biteni açıklamakta neden bu kadar beceriksiz olduğunu görmek bu izahattan sonra sanırım daha kolay. “Göremiyor”, söyleyemiyorlar çünkü bunları söylemek memlekette artık epeyce maliyetli.

SON SÖZ VEYAHUT “QUO VADIS TÜRKİYE?”

Son söz olarak, “Peki şimdi ne olacak” sorusuna cevap arayalım. Son zamanlarda döviz kurunun bir nebze gerileyişi, korkulan “ani duruş” senaryosunun ihtimalini azaltmış, “sert iniş” (hard landing) ihtimalini zihinlerde bir umut olarak arttırmıştı. Ne hazin ki hâlâ “yumuşak iniş” (soft landing) bekleyenler pek az. Berat Bey’in “her şey spekülatörler ve stokçular yüzündendi, en kötüsü geride kaldı” vb türü ifadeleri beklentileri daha da kötüleştirmekten başka işe yaramıyor.

TÜFE’nin yüksek gelmesi bekleniyordu demiştik; çünkü üretici fiyatları tüketici fiyatlarına göre çok hızlı yükselmiş, %30’lara tırmanmıştı. Bunun bir kısmının TÜFE’ye yansıması beklenen bir şeydi. Gelgelelim bu son açıklanan rakamlarda, TÜFE’nin yükselmesi ile  hiç değilse bu farkın -önceki dönemlerde böyle şeyler başa geldiği zaman bir müddet sonra olduğu gibi- azalacağı beklentisi de suya düştü. ÜFE yıllık neredeyse %50’ye (46.15) dayandı. İkisi arasında aylık oran farkı da azalacağına arttı ( TÜFE’de 6.30’a karşı ÜFE 10,88). Dolayısıyla tüketici fiyatlarının artması beklenecek. Zaten çekirdek enflasyonun artışı da (%24) bu beklentiyi teyid ediyor.

Son enflasyon rakamının yarattığı bir sıkıntı da TCMB’nin 625 bp’lık faiz artışının etkisinin bu 6,30’luk aylık enflasyonla sıfırlanmış olması… Yabancı kurumlardan daha şimdiden “Yeni faiz artışı isterük” nidaları yükselmeye başladı. Yapılmazsa TL’ye dışardan spekülatif atak, içerden de hâlâ kapatılmamış pozisyonlar ve borçlar için döviz talebi gelmeye devam eder. Peki ya yapılırsa? O zaman da zaten dibe çöken ekonomik aktivite, kurtarma operasyonlarıyla kurtarılamayacak hale gelebilir. Hangisi daha kötü? Durum kırk katır mı kırk satır mı halinde. İlle tercih yapılacak olsa ben faiz arttırmaMAyı seçerdim. Fakat dediğim gibi bu sadece kötünün iyisi.

Krizin 2. aşaması bu gidişle başlayacak. Daha önce de ekranlarda, seminerlerde müteaddit defalar söylediğim gibi kriz bir girdapa benzer. Şu anda bu girdabın ortasına doğru çekilmemize az kaldı; bu benzetmeyi ilk yaptığımda “Türkiye sandalı girdabın dış halkalarında, hâlâ kendimizi doğru tedbirlerle girdabın dışına atmamız mümkün” demiştim. Vakit hızla tükeniyor ve şimdi girdabın ortasına, kasırganın gözüne yaklaşıyoruz. Hâlâ ümit var mı? Evet! Fakat ödemek zorunda kalınacak maliyet karar alıcıların ayak sürümeleri, çelişkili tutumları, seri saçmalamaları yüzünden o zamandan bu zamana çok arttı. Umarız acemi pilotlar bir “hard landing”le de olsa uçağı yere indirmeyi başarır da hep beraber yere çakılmayız.

Acemilik, hâttâ bazılarının ehliyetsiz ve kötü niyetli olduğundan şüphe duyulan pilotaj ekibinin hepimizin kaderini belirlemesine müsaade edecek miyiz? Etmeyeceksek nasıl? Bunun cevabı ise ekonominin sınırlarını aşıyor ve politikacıların alanına giriyor. Ne var ki -Churchill mi demişti- nasıl ki “Savaş, generallere bırakılmayacak kadar ciddi bir iş” ise, kaderimiz de profesyonel politikacılara bırakılmayacak kadar ciddi bir iştir. Hepimizin en demokratik yöntemlerle kaderimize sahip çıkmasının vakti geldi de geçiyor bile.

Tüm Yazarlar

Yazarın Diğer Yazıları