Sosyal Medya

Ekonomi

Bekir Ağırdır: Aday değil program ortaya konmalı

PolitikYol’dan Murat Aksoy, KONDA Genel Müdürü Bekir Ağırdır’a yaklaşan seçimler öncesinde seçmenlerin tercihleri, muhalefetin olası adayları ve toplumsal değişim hakkında…

Bekir Ağırdır: Aday değil program ortaya konmalı

PolitikYol’dan Murat Aksoy, KONDA Genel Müdürü Bekir Ağırdır’a yaklaşan seçimler öncesinde seçmenlerin tercihleri, muhalefetin olası adayları ve toplumsal değişim hakkında röportaj yaptı. Muhalefete çağrıda bulunan Ağırdır; 50+1’e ulaşmaya çalışmanın yetmeyeceğine vurgu yaptı. “Hedefleri yüzde 50+1 ile değil, yüzde 58-60 oy alarak iktidarı kazanmak olmalı. Eğer bunu hedeflemiyorsa işleri zor demektir” dedi.

Türkiye’nin ruh halinden başlayalım. Nasılız sizce?

Şunu söyleyerek başlayayım; Türkiye insanı olarak çok yorulmuştuk. Ama pandemi bütün bu yorgunluğu daha da arttırdı. Hani tam raund biterken rakip bir yumruk çakar, o da tam isabet olur ya, öyle oldu. Toplumun ruh hali son saniye yumruk yiyen boksörünki gibi. Elbette bu ruh halini ağırlaştıran gelişmeler yaşıyoruz son dönemde.

Ne gibi?

Pandeminin üzerine gelen ekonomik kriz bu ruh halimizi daha kötüleştirdi. Bu kriz, 2008 küresel ekonomik kriziyle başlamıştı aslında. Çünkü, karşı karşıya olduğumuz sistem krizi. Her şeyi özel sektöre bırakmak, piyasanın sorunları kendi içinde çözeceğine inanmak bir anlamda artık saflık. 2008’den beri dünyada ekonomik alanda küresel bir kriz var. Yeryüzü kaynakları sonsuzmuş gibi anlayış hakim piyasalarda da üretim ve tüketim biçimimizde de.. Yerküreyi sonsuzmuş, hava, su, toprak sonsuzmuş gibi kabul eden üretim ve tüketim biçimi hakim. Ama bu anlayışın sonuna gelindi.

DÜNYA DA BİR DEĞİŞİMİN EŞİĞİNDE

Nasıl gelindi?

Dünya bir süredir ABD’de Trump’tan Rusya’da Putin’e, Macaristan’da Orban’dan Polonya’dan Duda’ya kadar otoriter, popülist, şoven, otoriter keyfi bir takım iktidarlar sayesinde küresel ara buzul dönem yaşıyor. Pandemi ve pandemi ye eşlik eden ekonomik kriz, tüm dünyayı yaşananlar üzerine düşünmeye itti.

Bu düşünme süreci bana kalırsa bir fırsat üretti. Mesela iklim krizi konusunda yıllardır adım atılması talep edilirken, son bir yıl içinde tüm dünyada ve Türkiye’de siyasi sonuçlarından bağımsız olarak duyarlık artttı. Maraş’taki bir şirket bile artık iklim değişikliği meselesi üzerine kafa yoruyor. Ya da alternatif enerji meselesi için bile kafa yoruyor. Bu önemli.

Bu düşünme siyaseten nasıl etkili oldu sizce?

Bence oldu. Özellikle dünyadaki bazı seçim sonuçlarına baktığımızda bunu görüyoruz. Popülist liderler kaybetmeye başladı. Trump kaybetti. Macaristan yerel seçimde Budapeşte Belediye Başkanının kazanması, Polonya’da olanlar, İsrail’de Siyonist bir partiyle bir Filistinli partinin koalisyon kurup Netenyahu’ya karşı kazanmaları, Türkiye’de muhalefetin büyük şehirlerde elde ettiği başarılar ve İtalya’da yerel seçimlerde hemen büyük seçimlerin hepsinde popülist belediye başkanları seçimi kaybetti, sol geniş ittifakın oylarıyla da kazandı.

Bütün bunları birlikte düşündüğümüzde dünya yeni bir hikaye yazmanın eşliğinde diyebiliriz. Bu bir anlamda bir dengelenme ihtiyacı. Her ne kadar, Biden’den ya da Almanya’da yeni Başbakan olan sosyal demokrat Olaf Shultz’dan, yeni bir çağın hikayesine dair henüz bir söylem duymuş olmasak da İsrail’deki yeni başbakan en azından ülkedeki saçma sapan gidişatı dengeleme, kurumları yeniden yerli yerine oturtma konusunda adımlar atmaya başladı.

Peki Türkiye’de ne oluyor, dünyada yaşananları düşündüğümüzde?

Türkiye’de 2019 yerel seçimleri, dünyadaki bu siyasi değişimle paralellik gösteriyor ama bizim başka sorunlarımız da var.

Mesela?

Ekonomik alandaki olumsuzluklar. Türkiye’nin temel sorunlarından birisi gelir dağılımındaki net bozulmadır. Bu bozulma birden bire çok şiddetli bir hıza ulaşması, bunun derinleştirdiği yoksulluk Türkiye’de dönemsel bir sorun olmaktan çıkıp, kalıcı hale geldi. Hatta kuşaklara devredilir hale geldi.

Bununla birlikte hem iktidarın uygulamaları nedeniyle hem de yönetilemeyen problemler nedeniyle adaletsizlik de kalıcı hale gelince yoksulluk derinleşti.

KİMLİKSEL DÜŞÜNMEDEN SINIFSAL DÜŞÜNMEYE GEÇİŞ

Bunun sonucu oluyor mu?

Bu gelişmenin en basit sonucu insanların yeniden sınıfsal düşünmesini tetikliyor, ekonomiden, hanenin dirlik düzenliği üzerinden bakışı çoğaltıyor. Ki, Türkiye uzunca bir süredir kimlikler üzerinden konuşan, onun üzerinden siyaset yapılan bir ülke. Şimdi gelinen noktada kimlik meseleleri azalmasa da bir miktar aşınıyor. Kimlik tartışmaları, kimlik siyaseti yok oldu demek mümkün değil ama artık bunun yanında ekonomik okumaya dayanan sınıfsal bakış yükseliyor.

Bu farklılaşmayı toplumsal olarak ölçebiliyor muyuz?

Bu değişimi yaptığımız bir araştırmalarda görüyoruz. Bir örnek vereyim, 10 Aralık Dünya İnsan Hakları Günü için yaptığımız bir araştırmada; İnsan Hakları denince akla ne geliyor ya da seni en çok hangi kavram temsil ediyor sorumuza; 10 yıl önce “özgürlük” öne çıkarken, son araştırmada bunun yerini “eşitlik” alıyor. Burada eşitlikten kast edilen büyük ölçüde gelir adaletidir. Türkiye’nin böyle bir sosyolojik ya da dip dalgaları diyeceğimiz bir gelişme var.

Toplamda izlediğiniz bu değişimin siyaset farkında mı?

Benim gördüğüm şöyle bir durum var. Hepimiz donmuş bir göle bakıyor gibiyiz. Gölün yüzeyindeki kutuplaşamadan oluşan buz bir yandan inceliyor da olsa hala orada. Türkiye’de bir kutuplaşma var. Bu siyasi iktidara yandaş ve karşıtlık diyebileceğimiz iki büyük kamp. Bu kutuplaşma aynı zamanda kültürel kimliklere de yaslanıyor. Türk-Kürt, muhafazakâr-seküler farklı fay hatları üzerinde, farklı yoğunluklarda yaşanan bir takım kutuplaşmalar hala var.

Biz son bir yılda düzenli yaptığımız araştırmalar dışında; Türkiye bütün bu kaotik halden nasıl çıkar, toplumun ortaklaştığı yerler neresi gibi konuları anlamaya çalıştığımız araştırmalar da yaptık. Onlarda ilginç sonuçlar ortaya çıkıyor.

KUTUPLARDA YUMUŞAMA VAR

Mesela?

Bu araştırmalarda ortak bulgu olarak şunu söyleyebilirim; toplumda hayat tarzları bakımından muhafazakâr-seküler kutuplaşmasında bir yumuşama var. Muhafazakârlar metropolleştikçe, gündelik hayat dinamikleri içinde seküler dünyanın pratiklerini içselleştiriyorlar, uyum sağlıyorlar. Sekülerler de muhafazakârları kabulleniyor. Dolayısıyla o hayat tarzı üzerinden olan kutuplaşma bir miktar eriyor.

İkinci olarak iktidar yandaşlığı-karşıtlığı üzerinden tanımladığımız kutuplaşma da değişiyor. Bizim “negatif kimliklenme” dediğimiz bir aşamaya dönüştü. 

Nedir bu negatif kimliklenme?

2019 yerel seçimleri öncesi hayata geçen yeni sistemin yol açtığı keyfilik ve ekonomik kriz vs. öncesinde var olan siyasi kutuplara, siyasi kimliklere olan aidiyeti, sadakati aşındırdı ama diğer tarafa olan negatif bakışı değiştirmedi henüz duygusal karşıtlık hala varlığını sürdürdü.  Özellikle siyasi iktidar yakın seçmenlerde bu oldu.

Bu açıdan evet 2019 yerel seçiminde Ekrem Beyin, il başkanlığının, örgütün, kampanyanın başardığı şeyler mutlaka var ama Ekrem Bey’in seçilmesinde asıl başarı, ana dinamik karşı tarafta nefret üretecek bir duygu, bir dil kullanmamış olmasıdır. Bu strateji siyasi iktidara yakın seçmenin onlara bağlılığını aşındırmıştır. Demek istediğim bu. 

İstanbul seçimini kazandıran bu mu oldu?

Ben en baştan bu yana genel varsayıma aykırı bir şey söylüyorum ve seçim kazandıranın bu strateji olduğunu düşünüyorum. Yoksa Ekrem Bey 800 bin oy farkını daha önce AK Parti’ye oy verenlerden almadı. Onların negatif kimliğini kabartmayarak mesela sandığa gitmemelerini sağlayarak bunu başardı. Onlar da Binali Bey’e sahip çıkmak gibi bir gereklilik duymadı.

Özetle söylemek istediğim bu negatif kimliklenmede bir çözülme var. Özellikle muhafazakâr kesimde karşı tarafa olan nefret duygusu yumuşuyor, azalıyor.

Peki seküler kesimde bu nasıl işliyor?

AK Parti karşıtlığı güçleniyor. Paradoksal biçimde kutbun bir tarafı gevşerken, diğer tarafta hala bir karşıtlık duygusu son derece güçlü. Yani seküler dünyadan şimdiye kadar AK Parti’ye oy vermemiş birinin oy vermek ihtimali neredeyse yok. Ama AK Parti’ye vermiş muhafazakâr bir seçmenin İyi Parti, SP ya da CHP’ye oy verme olasılığı var.

FARKLI OLANA EMPATİ ARTTI

Türk-Kürt kimliği kutuplaşmasında durum nedir, bir yumuşama var mı?

Var. Ben bütün bu gevşemeyi biraz da pandemi krizinin ürettiği sınıfsal bakışa ve empatiye bağlıyorum. Çünkü yaşanan ekonomik kriz ve pandemi koşulları Türk-Kürt, muhafazakâr-seküler olsun fark etmeksizin herkesi etkiledi. Tüm bu kimlikler, işsizlik, yoksulluk gibi ortak derdin içinde debeleniyorlar. Bu durum bana kalırsa kaçınılmaz biçimde karşı kimliğe, farklı olana karşı empati üretti. Şimdi herkes fark ediyor ki, bazı sorunlar ortak.

Bakın son 3-4 yıldır Kürtlerin ana dillerinde eğitim hakkı, Kürt sorunu vs. ne medyanın ne de siyasetin gündeminde yok. 2012 Anayasa Uzlaşma Komisyonu çalışmaları sürerken yaptığımız araştırmada “Kürtlerin ana dilde eğitim hakkı olmalı” diyenler yüzde 25 iken, bugün aynı oran yüzde 46.

Ben bunun ancak son dönemdeki sınıfsal bakışa dayanan dayanışma, ortaklaşma, tolerans ile mümkün olduğunu düşünüyorum. Sonuçta insanlar, görüyor ki karşı komşunun derdiyle kendi derdi aynı.

SİLİKON İŞLEVİ GÖREN SÖYLEMLER

Farklılıklar arasındaki bu yumuşamamanın siyasete yansıması ne?

Açıkçası iktidarın strateji ve söylemlerinde bir değişim olacağını düşünmüyorum. İktidar kimlik üzerinden siyaset yapmaya devam edecek gibi. Ya da seçim sürecini böyle devam ettirecek. Ama gördüğü gerçek şu; bu söylem kazanmak için artık kendisine yetmiyor.

Şimdiye kadar iktidar toplumsal desteğindeki azalma ile sahip olduğu siyasi güç arasındaki boşluğu, şoven milliyetçi bir dil veya dini referanslı bir takım söylemlerle kapatıyordu. “Yerli-milli” söylemi, Ayasofya’yı açmak vs. bu boşluğu doldurmak içindi, bir tür silikon işlevi gördü bu söylemler.

Artık gördüğümüz bu silikonun işe yaramadığı. Pratikte o silikon çalışmıyor. Çünkü insanların gerçek dertleri var. Yoksulluk var, işsizlik var, hayat pahalılığı var. Bugün AK Parti’den kopan, destek olurken şimdi eleştirel bakan insanlar, AK Parti muhafazakâr kimliği eksik temsil ettiği için ya da etmediği için partiden kopmuyorlar. Tersine kimliğin dışındaki gerçek sorunların, ekonomik, sınıfsal problemlerdeki çözümsüzlük nedeniyle AK Parti’den çözülüyorlar.

Onun için iktidar seçim sürecinde eğer kimlik siyasetini sürdürmeye devam ederse sürecin gidişini değiştirebilmesi mümkün değil.

Peki muhalefet, onların durumları nasıl bu tablo karşısında? Bu gerçeği görüyor mu?

Kabul edelim ki, muhalefetteki partiler de bir biçimde az veya çok beli bir kimliğin temsilcisi haline dönüşmüştü. Bugün ortada olan ittifak, kimliklerin bir arada onurlu yaşamı inşa etmek hedefinden uzak bir görüntü veriyor. Oysa ihtiyaç bu.

Bugün karşı karşıya olduğumuz ittifak, iktidarı durdurmak bir siyasi rekabet ittifakı olarak kendini konumluyor gibi.

Oysa şunu görmek durumundalar; AK Parti’den ayrılanlar, çözülenler kimlikleri eksik temsil edildiği için bunu yapmıyorlar. Ama özellikle Deva ve Gelecek Partileri bu varsayıma dayalı siyaset yapıyorlar. Bu doğru değil sanki.

BİR ARADA YAŞAMAYI ÖNECELEYEN BİR PROGRAM

Muhalefet ne yapmalı?

Muhalefet iki boyutlu yaklaşmalı. İlki bu insanlara birey olarak hanelerinin dirliği, düzenliği konusunda, kötü ekonomik gidişat konusunda önlerine bir umut koymalı.

Bu sadece projeler, bireysel vaatler, aile sigortası, ÖTV’siz otomobil alımı vs. ile olmaz. Evet bu gibi adımlar önemlidir ama yeterli değildir. Bununla birlikte yapılması gereken…

Nedir?

İnsanlar evet bireysel olarak kendilerine umut olunmasını, sorunlarının çözülmesini talep ediyorlar tamam ama aynı insanlar bir şey daha istiyor; aynı zamanda yurttaş olmayı hissetmek. Yani ortak yaşamın kurumlarını, kurallarını inşa etmek, yargıyı yeniden yapılandırmak, eğitim sistemini, liyakat sistemini ya da bürokrasiyi derli toplu, demokratik şeffaf hale getirmek. Demokratik bir devletin yurttaşları olmak.

Muhalefetin vatandaşların yurttaş olmalarına dair bu talepleri dikkate almadan sadece bireysel hayatlarına dair bir takım vaat ve söylemlerle seçimi kazanmaları kolay değildir. Benim muhalefet blokunda gördüğüm ikinci eksiklik de bu.

Bir yandan kimliklerden tam kurtulabilmiş değiller, diğer yandan karşılarındaki seçmenin sadece kimliğinden düşünmediğini kavramış olmadıkları gibi yurttaşlığın gerektirdiği ortak hayata dair, demokrasiye, demokratik devlete dair vaatleri henüz yok.

Güçlü parlamenter sisteme dönüş vaadi var…

Bence buradaki “güç” kelimesi yanlış.

Neden?

 Çünkü güç, devleti, güçlü devleti çağrıştırıyor. Oysa, “güvenilir, şeffaf, katılımcı parlamenter sisteme dönüş” deseler daha iyi olacak. Güç denince devletin vurdu mu oturtan tarzı anlaşılıyor. Dilde de sorun var. Bu şu aşamada çok önemli görünmeyebilir ama bana kalırsa önemli.

İkincisi muhalefetteki ittifakın kapsayıcılığı sınırlı. Kürtler yok, yeşil hareket yok, kadın hareketi yok, STK’lar yok, sendikalar yok, emek hareketi yok. Yani partiler kendi geleneksel pozisyonlarından herhangi bir şeye değiştiriyor değiller. İdeolojik ve siyasi pozisyonlarında daha kapsayıcı, daha demokrat değiller. Eski söylemleri ve eski pozisyonlarından bütün şikayeti kendilerine kanalize etmeye çalışıyorlar. Bu tek başına iktidarı kazanmaya yetmez.

ÜÇTE İKİ İKTİDARIN GİDİŞİNE KARAR VERMİŞ GÖRÜNÜYOR

Oranlar desem…

Bugün bizim gördüğümüz toplumun kabaca üçte biri iktidarın etrafında. İktidarın etrafında oluşun bir yandan kimlik taraf var ama bir kesim için de kazanımlar konusu var. Başta sosyal yardımlar konusu olmak üzere başka konulardaki kazanımlarını kaybetme korkusu var. Muhalefetin bu konuda özel bir çalışma yapması gerekiyor. Bu kesimin muhalefeti dinlememelerinin nedeni kazanımlarını kaybetme endişesi.

Diğer üçte iki…

Diğer üçte iki muhalefetten yana henüz somut tercihini belirlemiş değil. Yani iktidarın gidişi belli ama alternatif henüz yok. Ya kararsız ya da bütün bu ittifak partileri arasında dağılıyor. Dolayısıyla toplumun büyük çoğunluğu iktidarın değişmesi konusunda bir fikri mutabakatı var. Ama bunun hangi alternatif iktidar adayı yaşayacak ya da yeniyi inşa edecek buna dair bir fikri ya da tercihi henüz oluşmuş değil.

Son 10 yılda Türkiye’de kültürel kimlikler ve gerilimler çok öne çıkmıştı. 2010’dan 2019’a kadar 10 kez sandığı gidildi. Kanaatimiz odur ki, 9 yılda biz sandığa siyasi tercihlerimizle değil, kimliklerimizle gittik. Ancak son 2 yıldır yaptığımız araştırmalarda, yeniden sınıfsal gerilimlerin yükseldiğini görüyoruz. Artık Türk-Kürt, Alevi-Sünni olmak ziyade, yoksulluk belirleyici oluyor.

KULAK VERİYOR AMA İKNA OLMUYOR

Kemal Kılıçdaroğlu’nun helalleşme çağrısı nasıl bir yankı buldu sizce toplumda?

Kılıçdaroğlu’nun geçmişten bu yana demokratikleşme konusunda pek çok çıkışı var. Ancak bütün bunlar CHP’de özel bir sıçrama yaratabilmiş değil. Bunun anlaşılır bir sebebi var. Evet bütün bu çıkışlar, karşı tarafta dürtme etkisi yaratıyor, insanlar dönüp dinliyor. Ama o kadar. Çünkü burada yapılması gereken ama eksik kalan nokta; bu insanlara sana yüzünü çevirdiğinde senin onu ikna edecek biraz daha fazla şey söylemen. Özellikle kazanımları konusunda, bunları nasıl yapacağın konusunda.

Yapılanlar seçmeni dürtüyor ama o yapılanların arkasından yeniyi inşa etmek konusunda bir şey söylemediği için pek çok şey açıkta kalıyor.

Nedir bu yeniyi inşa etmek?

Bu devleti, yargıyı, eğitim sistemini yani yönetim mekanizmasını baştan aşağı yeniden kurmak. Çünkü artık sadece bir iktidar değişikliği konuşmuyoruz. İnsanlar iktidar değişimi konusunda zımnen anlaşmış durumda. Mesele bu yeniden inşa konusunda topluma umut vermek.

Türkiye’de artık geleneksel partiler arası siyaset tercihleri ile bu yapısal değişimi  halledemeyeceğimiz noktaya geldik. Türkiye’nin bugün karşı karşıya olduğu problemler ciddi, bütüncül ve senkronize adımlarla çözmek durumunda. Sorun, muhalefetteki partilerin buna dair söylemlerinin henüz olmaması.

Evet muhalefet kimi çıkışlarıyla kendine uzak olanları baktırıyorlar, belki de dinletiyorlar ama o kadar.

ORTADA PROGRAM YOK

Eksik olan ikna edecek bir program mı?

Büyük ölçüde evet. İnsanlar daha yapısal değişimi, var olan düzenin bütünüyle değiştirecek olana bakıyor. Bu konuda muhalefet toplumu ikna edebilmiş değil.

Bakın hala muhalefet partileri konusunda toplumun cevaplarını aradığı sorular; ittifak sürecek mi, doğru bir aday çıkarabilir mi, bu aday seçimi kazanabilir mi, kazanırsa ülkeyi doğru yönetebilir mi?

Ki bu sorular önemli.

Peki toplumda bu sorulara verilen cevapların oranı nedir?

Bu sorulara verilen cevap yüzde 50’lerden şimdi yüzde 60’lara yaklaşmış durumda. Ama henüz yüzde 70’lerde değil. Oy tercihinden bahsetmiyorum.

Şimdiye kadar ki bütün seçimlerde AK Parti seçmeni ya da örgütü seçime giderken kazanacağı konusunda hiç tereddüt taşımıyordu. Bugün ise muhalefet kendi seçmeninde ya da kendi potansiyel alanında bu güveni verebilmiş değil. Bunun bir sürü başka sebebi olabilir ama en azından bugünkü tablo bu.

Muhalefet nasıl ikna edecek seçmeni buna?

Güven vererek. 

Nasıl?

Türkiye insanı güven dediği şeyi bir kere temasla inşa ediyor. Temas illa dokunma, sarılma olmayabilir. Kılıçdaroğlu’nu televizyonda görüp, dinlemek bir temas. Aynı şekilde parti örgütlerinin çalışmaları da bir temas. Temas, güvenin temeli.

Şu an aday belli olmadığı için örgütler sahada değil. Sahada olan sadece liderler.  Onlar da esnaf ziyaretlerinden bireysel ilişkilerden bir duygusal güven inşa etmeye çalışıyorlar. Tek başına duygusal güven yetmez, buna akli güveni de eklemek gerek. Bu da, o yapısal sorunları nasıl çözeceğine dair büyük anlatıyı inşa etmekle ilgili. Bu bağlamda şunu ifade edeyim; burada mesele bunları tek başına kimin yapacağı değil neyin, nasıl yapılacağı konusunda.

ORTAK BİR GELECEK HAYALİ KURULMALI

En kritik nokta olan güven verecek büyük anlatının içinde ne olmalı?

Bir arada yaşamak, demokrasi ve elbette adalet. Bizim araştırmalarımızda Türk-Kürt-Sunni-Alevi hiçbir ayırım olmadan herkesin ortak talebi, adil yaşadığı bir düzen. Bunda oran yüzde 70’den fazla. Bunun yanında yaşanan ekonomik krize alternatif bir hikaye ya da ekonomik programın anlatılması da ödenmeli.

Bunlar önemli. Bana kalırsa toplum ittifakta kimler var, ittifakın adayı kimden ziyade bunlara bakıyor ve bakacak. O yüzden muhalefetin güven verecek büyük anlatıyı topluma anlatması gerekiyor. Bunun nasıl yapacağını anlatması gerekiyor.

Muhalefet bunu sağlayamıyor mu?

Hayır. Çünkü kamusal tartışmada hala adaylık var, yüzde 50+1 var. Muhalefetin topluma, “biz her kimliğin partisiyiz, ortak, bir arada yapabileceğimiz bir hayatı inşa etmek için bir aradayız kardeşim” deseler daha samimi bir çağrı olur.

Samimiyetin ölçüsü ne?

Güven temas kadar samimiyetle olur. Burada belirleyici olan üç şey var. Bir samimi, sahici olup olmadığına. Seçmen, kendisine bir şey söylendiğinde bunun ağzında sakil duruyor mu, laf olsun diye mi söylüyorsun, gerçekten mi söylüyorsun bunu hemen anlıyor.

Diğer yandan o samimiyet tek liderin söylemiyle olmuyor. Buna il başkanının, ilçe başkanının, partilinin hatta partiye yakın gazetecilerin söyledikleri de etkili oluyor. Bu açıdan bu konunun bir bütünselliği var.

İkincisi adil olup olmadığına ve son olarak da vizyona bakıyor. Yani senin hikayendeki anlatıya, ütopyaya ya da ne diyeceksen onun vizyonunun ne olduğuna bakıyor. O vizyona inancı olabilmesi için önce senin samimiyetine ve liderliğine güveniyor olması lazım. O da birden bire olmuyor elbette ama yavaş yavaş inşa ediliyor.

Muhalefetin hedefini yüzde 50+1’e koyması yeterli mi?

Değil. Benim öngörüm şu; bugünkü tablo böyle giderse, partiler stratejilerinde önemli kayda değer değişiklikler üretmezler ve böyle devam ederlerse o zaman karşımıza çıkacak tablo çok muhtemel 2001 krizi sonrasında 2002 seçim sonucuna benzer bir tablo çıkabilir.

Hatırlayalım o günleri. 28 Şubat döneminde yaşananların siyasi boyutu var, Marmara Depremi’nin yarattığı korku endişe var ve 2001’de yaşanan ekonomik kriz var. Bugün içinde olduğumuz koşullar 2002 seçimleri öncesine çok benziyor. Üstüne bir de pandemi var. Toplum aynı travmaya döndü. Bu travma ile iktidarı düşürebilir. Ama soru şurada.

Nerede?

Dünyanın ve Türkiye’nin koşulları 2002 ile aynı değil şimdi. Dünya 2002’de bol sıcak para vardı ve o Türkiye’ye geldi. Bugün bir iktidar değişimde böyle bol sıcak para olmayacak. Ya da dünya insan hakları konusunda bugün o kadar duyarlı değil. AB artık genişlemeyi düşünmüyor ve Türkiye ile ilişkileri neredeyse kesilmiş durumda. Özetle dünyada bir gerilim var. Dolayısıyla muhalefet, eğer hedefini salt yüzde 50+1 ile kazanmaya göre plan kuruyorsa bu büyük bir hata ve eksiklik olur. Unutmayalım ki, Türkiye’nin sorunları çok büyük ve hemen çözülmeyecek. Devlet kurum ve kurallarıyla neredeyse işlemiyor. Yönetim mekanizmaları yok. Hukuk keyfileşmiş.

Yani seçimi kazansanız bile sorunları 1-2 yıl içinde çözmeniz mümkün değil.  Öyle bir dünya yok.

MUHALEFET YÜZDE 58-60 HEDEFLEMELİ

Yani…

Yanisi muhalefetin hedefi yüzde 50+1 değil yüzde 58-60 oy alarak iktidarı kazanmak olmalı. Eğer hedeflerini buna göre yapmıyor ve bunu hedeflemiyorsa, bunun gerektirdiği adımları yapmıyorsa o zaman zaten işimiz zor.

Bana kalırsa siyasi iktidar ve Erdoğan savunma stratejisi yönetilemeyen bir ülke bırakmak ve bir-iki sene sonra ülkeyi yeniden erken seçime zorlamak ve daha güçlü geri gelmek de olabilir. Bu bir anlamda kontrollü orman yangını gibi. Anlatabildim mi?

Röportajın tamamı burada.

BAKMADAN GEÇME

Benzer Haberler