Sosyal Medya

Prof.Dr. Evren Bolgün

Prof. Evren Bolgün: Yıllardır Aynı Hataları Yaparak Farklı Sonuçlar Elde Etmeyi Bekliyoruz

Hepimizi bu hafta derinden sarsan çok büyük bir deprem olayı ile karşı karşya kaldık. Öncelikle milletimizin başı sağolsun, depremde hayatını…

Prof. Evren Bolgün: Yıllardır Aynı Hataları Yaparak Farklı Sonuçlar Elde Etmeyi Bekliyoruz

Hepimizi bu hafta derinden sarsan çok büyük bir deprem olayı ile karşı karşya kaldık. Öncelikle milletimizin başı sağolsun, depremde hayatını kaybeden tüm vatandaşlarımıza Allah’tan rahmet, yakınlarına başsağlığı dilemek istiyorum. Türkiye’de yaşayan insanlar olarak hepimizin hayatı doğum ve ölüm arasındaki o ince çizgi üzerinde ilerliyor.

Bu haftaki yazımda ekonomi ve finans konularında bir şeyler yazmak hiç içimden gelmiyor. Yazımı da bu hafta herkesin vaktinin çok değerli olduğunu bildiğim için olabildiğince kısa tutmaya çalışacağım. Hepimiz 5 gündür gün boyunca ekranlardan gelecek olan mucize haberlerine odaklanarak zamanımızı geçirdik. İmkanı olanlar maddi yardımları ile vakti ve ilk yardım eğitimi almış olan gönüllüler ise, vatandaşlarımıza destek olmak için bölgeye hızla intikal ettiler. Taşın altına karınca kararınca elini koyanlara binlerce kez teşekkürler…

1999 Marmara depremini İstanbul’da yaşamış bir kişi olarak geçen son 5 günü gördükten sonra üzülerek haykırmak istiyorum ki; “24 Yıl Sonunda Biz Hiç Bir Ders Almamışız”  Yazının başlığını toplumda Einstein tarafından telaffuz edildiği bilinen ancak aslında Benjamin Franklin’in bir sözünden alıntılayarak başlamayı uygun buldum. “Aptallık aynı şeyi tekrar tekrar yapmak ve farklı sonuç beklemektir” Neden bu topraklarda yaşayanlar, siyasetçiler, idareciler, iş insanları,..vs onlarca yıldır yaşanan acılardan, felaketlerden gerekli dersleri çıkarmıyorlar? Neden, Neden, Neden…

Geçtiğimiz yıl Ferhat Kentel tarafından yapılan “Türkiye’de Bir Arada Yaşarız Araştırması” sosyolojik açıdan bizlere çok büyük bir ayna tutmuş ve her türlü düşüncelerimizi, davranışlarımızı, beklentilerimizi topluma geri yansıtmıştır. Raporu incelemek isteyenler için aşağıya linkini bırakıyorum.

https://konda.com.tr/uploads/bay-rapor-son-5a95b7b58709fb32177f0e2df9bde1bfe265382bf340e7cf99b0d32aac9f981e.pdf

Araştırma kapsamında yapılan incelemelerin bir tanesinden elde edilen bulguya göre, toplumun yarısından fazlasının insanların büyük bir kısmını iyi ve güvenilir bulmadığını göstermektedir. Görüşülen kişilerin %54’ü insanları iyi ve güvenilir olarak değerlendirmezken, ancak %23’ü diğer kişilere güven duyuyor.

Korku ve Güvensizlik

Yaş gruplarına göre bakıldığında, yaşın yükselmesiyle kendisi dışındaki insanlara güven duyanların oranının yükseldiğini görüyoruz. 18-32 yaş grubundakilerin yüzde 18’i diğer insanların iyi ve güvenilir olduğunu düşünürken, bu oran 33-48 yaş grubunda yüzde 23, 49 yaş ve üzerindekilerde yüzde 30 oluyor. Ancak bu bu önermeye “kesinlikle yanlış” ve “yanlış” diyenler içerisinde en düşük değerin en genç grupta olduğunu da ifade etmek gerekiyor.

Toplumda önyargıların ve akabinde şekillenen içe kapanma, savunma, cemaatleşme, dışlama ve ayrımcılığın, kutuplaşmanın temelinde olan “güvensizlik”, bu konuda doğrudan sorulan bir soruya verilen cevaplara da yansıyor. Toplumda önemli bir kesim “insanların büyük kısmının iyi ve güvenilir olduğunu” düşünmüyor ancak genel toplumsal güvensizliğe kapılmayan yüzde 23’lük bir kesime dikkat çekmek gerekiyor. Göreli olarak bu oran küçük olsa da, her şeye (hayat pahalılığı, işsizlik, siyasi gerilimler, gündelik hayata yansıyan şiddet olayları vs.) rağmen, insanlara güvenen ve güvenmek isteyen bir kitlenin varlığına işaret ediyor. Önerme hakkında tam olarak nasıl bir tutum alacağını bilemeyen yüzde 22’lik kesimin ise, “güvenli” olanların sesinin daha fazla çıkması halinde ya da güvensizlik yaratan olayların, dillerin ya da söylemlerin biraz bile kırılması halinde “başkalarına güvenenler” kategorisine geçebileceğini düşünebiliriz.

227 sayfalık kapsamlı araştırma içerisinden çok kısa bir alıntı yaparak aktarmaya çalıştığım “Güven” konulu bölüm toplumsal hayatımızda esasında çok önem arz eden bir konudur. İnsani ilişkilerimizden, toplumsal yaşantılarımıza, ticari ilişkilerimizden, siyasi faaliyetlere kadar uzanan oldukça önemli bir derinlikli bir kavram. Söylemesi çok kolay, uygulaması emek ister, kaybetmesi ise, sadece “1 dakika” yani çok kolay!

Şimdi sizlere Platon’un “Politika ve Ahlak” konusundaki fikirlerinden kısa birkaç alıntı yapmak istiyorum. Platon için gerçek anlamda iyi ve mutlu bir yaşam, ancak siyasi, yani diğer bir dile getirişle politik bir örgütlülüğe sahip bir toplum içinde olanaklı olabilir. Devlet politik olarak örgütlenmiş bir topluluk ya da toplumdur. Bu bağlamda Platon’un devlet ve politika öğretisiyle ahlak öğretisi iç içe bir seyir ve yapılanış içindedir. Kısacası Platon için bireysel insan toplumdan yalıtık bir şekilde var olamayacağı gibi, toplumsal ilişkilerinden bağımsız bir şekilde ahlaki bir davranışın öznesi de olamaz.

Platon’un politik ve etik sorunları tartışıp biçimlendirdiği birçok yapıtı içinde “Devlet” diyalogu öncelikle dikkati çeker. Platon için iyi bir devlet evrensel ve ebedi iyiyi, yani diğer bir dile getirişle iyi ideasını bu dünyada elden geldiğince gerçekleştirmeye çalışan devlettir. Hocası Sokrates’ten farklı olarak Platon, herkesin akılsal düşünme süreci olarak felsefeye yatkın olmadığı düşüncesindedir. Devlet diyalogunda insanlar zihinsel kapasiteleri, entelektüel seviyeleri, pratik ilgi ve becerileriyle üç gruba ayrılırlar. Bu toplumsal grup ya da sınıfların ilkinde felsefi olarak eğitilmiş ve ideaların bilgisine sahip insanlar yer alır. Bu eğitimli ve entelektüel insanlar ideal iyi, doğru ve güzelin ne olduğunu bildikleri için, devleti ve toplumu yönetmesi ve koruması gereken, yönetici ya da koruyucu sınıfı oluştururlar. İkinci seviyeyi oluşturan toplumsal sınıf ise, yüreği ve cesareti ile hareket eden insanlardan oluşan askerler ya da savaşçılar grubudur. Bunlar toplumu iç ve dış tehlike ve düşmanlardan korumak için yönetici sınıfın emrinde iş görürler. Son olarak çalışanlar ya da zanaatkârlar grubu vardır ki bunlar da yine yöneticilerin direktifleri altında çeşitli alanlarda üretim faaliyetinde bulunurlar. Çoğunluğu oluşturan bu çalışanlar sınıfı, yaşamın sürdürülmesi için zorunlu olan maddi üretim sürecini belli bir iş bölümü içerisinde gerçekleştirirler. Aslında Platon’un topluma dair bu üçlü bölmesi, insan ruhunu üç bölüme ayırmasına remz edilebilir. Yani 2500 yıl sonrasının bugünki versiyonu ile “Siyasetçiler, Kamu Görevlileri ve Serbest Meslek Sahibi İş İnsanları, Sanatçılar, Toplumun Entellektüel Kesimi”

Tıpkı nasıl ki ideal devlette filozof ya da filozoflar devleti yönetmeliyse, insan ruhu anlamında da aklımız bizim tüm ahlaki eylemlerimizin kılavuzu olmalıdır. Yani bugüne uyarlanmış versiyonu ile “Siyasetçiler, Yöneticiler, Kamu Görevlileri’nin Tüm Eylemlerinde Ahlak ve Erdem” kılavuzları olmalıdır! Öncelikle toplumu yönetmekte olan bu kesimde, ahlaki iyilik ve erdemin özü aklın hakimiyeti altında olması gerekmektedir. Çünkü yönetici sınıfın toplumun geleceği ve kaderi üzerinden büyük bir sorumluluğu bulunmaktadır. Bu sorumluluğun bilinci altında hareket etmeyen toplumlarda acı, öfke ve umutsuzluk durumları söz konusu olur.

Platon’un yukarıda özetlemeye çalıştığım düşüncelerinden yaptığım kısa alıntılara ilave olarak Aristoteles’in “Siyaset ve Etik” konusundaki görüşlerinden de bir kaç ilaveler yaparak konuyu tamamlamaya çalışayım.

Aristoteles adaleti etik ve politikanın birleştirdiği yer ya da orta nokta olarak tanımlar. Adalet aynı zamanda haksızlık yapmak ve haksızlığa uğramanın orta noktası olarak, iki aşırı uçtan uzak durmayı imler. Amacı toplumdaki herkesin mutluluğunu sağlamak olan adalet, hukuki ve politik düzenlemelerin de özünü oluşturur. Bu Aristotelesçi anlamıyla adalet, akılsal ölçü ve orta noktanın kendisidir.

Aristoteles de tıpkı Hocası Platon gibi erdemli ve mutlu bir insani yaşamın ancak toplumsal ve politik bir düzlemde mümkün olduğunu düşünür. Etik ve politika iç içe bir oluşum ve gerçekliğe işaret ederler. İnsan iyi ve erdemli bir yaşama ancak belli bir devlet örgütlenmesi altında sahip olabilir.

Toplumsal yaşamdaki olgular her ne kadar fiziksel olgular gibi öngörülebilir bir mahiyet taşımasalar da devlet örgütlenmesiyle insanlar, tüm olumsal ve beklenmedik toplum ve doğa koşullarına karşı bir birlik oluştururlar. Bu bağlamda devlet insanların amaçlarını gerçekleştirmek için kullandıkları bir araç olarak da görülebilir.

Bu haftaki yazımı bugüne kadar adını hiç duymadığım, Prof.Dr.Celal Şengör’ün dün sosyal medya hesabından yaptığı bir kavram ile tamamlayayım;

Türkiye’de Demokrasi Yok. Ohlokrasi Var.”

Ohlokrasi: Bilgisi ve yetkinliği olmayan geniş halk kitlelerinin desteğini alan popülist siyasetçilerin devlet yönetiminde mutlak güç elde etmesiyle oluşan bir yönetim.

Prof.Dr.Evren Bolgün | Beykoz Üniversitesi Öğretim Üyesi

BAKMADAN GEÇME

Benzer Haberler