Sosyal Medya

Ekonomi

Prof. Korkut Boratav: Ekonominin çökmesini değil, durgunlaşarak çürümesini yaşıyoruz

Erdoğan’ın Haziran 2015’te kaybettiği seçimi kazanmasının siyasal yöntemi “şiddet”, ekonomik yöntemi de “büyüme” olmuştu. Şimşek, finans kapital ile Erdoğan’ın önceliklerini uzlaştırma çabasında.

Prof. Korkut Boratav: Ekonominin çökmesini değil, durgunlaşarak çürümesini yaşıyoruz

Seçim öncesi ve sonrasında iktidarın uyguladığı ve enflasyonda çok hızlı bir artışa neden olan politika kararlarını Gazete Duvar’dan Gülümhan Gültan’a değerlendiren Prof Dr. Korkut Boratav, bu politikaların Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından 2015 seçim yenilgisinden sonra belirlendiğini ve asla bir seçim kaybetmemek için bedeli ne olursa olsun bu “büyüme” odaklı politikayı uygulamaya soktuğunu söylüyor.

Bu konuda “Erdoğan’ın Haziran 2015’te kaybettiği seçimi kazanmanın siyasal yöntemi ‘şiddet’ olmuştu. Ekonomik yöntemi de ‘büyüme’ oldu” tespitini yaparken, ekonomideki bozulma ve yoksullaşmaya rağmen, iktidarın seçim kazanmasındaki nedenleri analiz ediyor.

Ekonomide bir çöküşü değil ama durgunluk ve çürümeyi yaşadığımızı vurgulayan Boratav’ın, Orta Vadeli Program (OVP), TCMB’nin faiz kararı ve yeniden ekonominin başına getirilen Mehmet Şimşek’le ilgili tespit ve tahlilleri ise  oldukça çarpıcı ve Gültan’a göre Boratav’ın yakın geçmişe ve yakın geleceğe ilişkin değerlendirme ve öngörüleri ise epeyce tartışılacak.

Röportajın bir kısmı aşağıda, tamamıysa burada

-0-

Hocam seçimden sonra ilk kez konuşuyoruz. İlk sorum şu olsun, bu mayıs seçimlerinden sonra muhalif seçmen çok büyük bir hayal kırıklığı yaşadı. Dahası ölüm kalım seçimi denilen bir seçimin ardından sanki hiçbir şey olmamış gibi her şey eskiye döndü. Sizin seçimden önce bir yazınızı hatırlıyorum, iktidarın değişeceğine dair siz de bir kanaat belirtmiştiniz. Siz de hayal kırıklığı yaşadınız mı ya da umutsuzluk ya da öfke? Nasıl karşıladınız seçim sonucunu?

Açıkça söyleyeyim, Türkiye toplumunun Türkiye’nin sağlığı selameti ve özellikle Türkiye halklarının refahı ve gönenci için bu iktidarın son bulması gerektiğini düşündüğüm için ben de büyük hayal kırıklığına uğradım. Hemen şunu ekleyeyim, birçok meslektaşım “Kriz var ve Erdoğan iktidardan gidecek” öngörüsü içindeydi. Ben bu görüşü hep biraz rezerv karşıladım. Çünkü bir kere dar iktisat mantığıyla Türkiye seçim dönemine bir ekonomik kriz içinde girmedi.

CUMHURBAŞKANI ‘BÜYÜME’ ÖNCELİĞİNİ 2015 SEÇİM YENİLGİSİNDE ALGILADI

Siz yaşanan ekonomik sorunların bütününü ekonomik kriz olarak adlandırmıyorsunuz. Bunu teknik tanımı nedeniyle mi tercih etmiyorsunuz?

Hayır, iki anlamda da yok. Teknik olarak 2 çeyrek dönem Milli Gelir gerilerse resesyon, yani daralma denir; kriz değil. Eğer bu gerileme daha uzun sürerse ekonomik kriz denir. Ekonomik krizin finansal boyutu da olabilir; dış borç krizi olabilir. Ama temel gösterge Milli Gelir hareketlerinde aranır. Diyelim daralma 12 aya çıktığı zaman genellikle ekonomik kriz denir. Bu anlamda Türkiye 2009’dan bu yana ekonomik bir kriz yaşamadı. Sonraki yıllarda Türkiye’nin büyüyen bir ekonomide emek karşıtı ağır bir bölüşüm şokundan geçtiğini gözlüyoruz. Bu durumu, bence toplumsal bunalım diye adlandırmak doğru olur. Cumhurbaşkanı, büyüme önceliğini Haziran 2015 seçim yenilgisi sonrasında algıladı. Ve o tarih aşağı yukarı neoliberal istikrar programından kopma tarihidir. 2015’te o zamanki Merkez Bankası Başkanı Erdem Başçı’ya, “faizleri neden indirmiyorsun?” diye fırça attı. Erdem Başçı o tarihte Erdoğan’a uzun bir brifing verdi. Anlattı ki, enflasyonla mücadelede faizleri düşürmek sermaye çıkışına yol açar ve döviz yukarı çıkar. Türkiye’de enflasyonu belirleyen en temel etken de döviz kurudur. Bu tespiti yaptı. Bu tespit sermaye hareketlerine açık bir ekonomide tek etken değildir; ama esas olarak doğrudur. Yani döviz kurunun enflasyonu pompalayan etkisi ise kesinlikle başattır. 2017’den sonra Merkez Bankası’nın politika faizlerinde Erdoğan belirleyici oldu.

ERDOĞAN’IN HAZİRAN 2015’TE KAYBETTİĞİ SEÇİMİ KAZANMASININ SİYASAL YÖNTEMİ ‘ŞİDDET’ OLMUŞTU. EKONOMİK YÖNTEMİ DE ‘BÜYÜME’ OLDU

Peki burada şu soru oluyor o zaman, hükümetin giriştiği bu kaotik politikalar bütünü bir hatayla mı, yoksa enflasyonun patlayacağını bile bile mi yapıldı? Neden?

Cumhurbaşkanı bu yönelişinin ekonomik amacını TÜSIAD’a çıkışırken söyledi. “Biz size düşük faizle kredi veriyoruz. Sizin tek göreviniz ucuz kredileri üretime, yatırıma, ihracata tahsis etmektir.” Erdoğan’ın kafasındaki ekonomik model, şirketlere pompalanan düşük faizli kredilerin büyümeyi, dolayısıyla istihdamı da sürüklemesidir. AKP’nin Haziran 2015’te kaybettiği seçimi Kasım’da kazanmanın siyasal yöntemi “şiddet” olmuştu. Ekonomik yöntemi de bu büyüme oldu. Erdoğan, iş çevrelerinin özellikle inşaat sektörünün nelere karşı duyarlı olduğunu biliyor. Devlet teşviklerine, düşük faizle bol teşvikli kredilere güveniyorlar.

Adı ekonomik kriz olmayabilir ama burada yaşanan bir buhran var. Yoksulluk, fakirlik, pahalılık, geçim sıkıntısı enflasyon… Halk bir kriz, buhran hissediyor. Bu ekonomik buhran neden seçim sonuçlarına yansımadı?

Şöyle düşün, büyüme devam ediyor. İstihdam, üretimin, büyümenin türevidir. İstihdamın oy getirecek bir unsur olduğunu biliyor. Ekonominin büyümesi neoliberal modelin izlendiği 2011-2015’te yüzde 4,1’e indi; Haziran’da AKP seçimi kaybetti. Neoliberal istikrar reçetelerini çiğnedi; 2016-2022’de ekonomi yüzde 4,3 büyüdü. Bir kere neoliberal modelden kaçarak büyümenin sürdürülebileceğini (yani neoliberal yobazlığın bir noktada yetersizliğini) de ortaya koydu Erdoğan. İkincisi bu sürecin bölüşüm sonuçları ile ilgili: Bankalar şirketlere düşük faizle kredi pompalıyor; büyümeyi sağlıyorlar. Fakat emek örgütsüz. Kaynak tahsisi ve bölüşüm tamamen bankaların ve şirketlerin denetiminde. Ortaya çıkan emek karşıtı ağır bölüşüm şokunu Saray fiilen hedefliyor. Ana muhalefet farkında değil.

GERÇEK MAĞDURLAR BEYAZ YAKALI EMEKÇİLER

Ama bu sorunun bölüşüm sonuçları en geniş olarak dar gelir grupları için yıkıcı oluyor ve iktidar sadece kendisi için bir risk olmasın diye bile bu olumsuz sonuçları telafi edecek bir şey yapmaya gerek duymadı. Neden?

Gerek görmüyor çünkü. Büyümenin, genişlemenin bölüşüm sonuçlarının algılanması, Saray’ın halk sınıfları üzerindeki ideolojik hegemonyasının derecesine bağlıdır. Seçim sonuçları bu etkeni yansıtıyor. Gözleyen, ilgilenenler için bölüşüm sonuçları ortadadır: 2016 ve 2022 arasında ilk 500 büyük şirketin kârlarının katma değerdeki payları 12,4 puan arttı. Net millî gelirde sermayenin payı 10,8 puan arttı. Her iki durumda da ücretlerin payındaki zıt yönlü kayıpların pahasına… Nasıl sağlandı? Örgütsüz bir iş gücü piyasasında emek rezervleri de var. Bu emek rezervleri milyonlarca göçmen tarafından da kuşatılmış. İş çevrelerinden, “göçmenler olmasa bizim sanayimiz çöker” açıklamalarını hatırlayın. Bölüşümü bozan ikinci konjonktürel ivme enflasyon… Şimdi bak, Batı’da enflasyon tartışmalarında “kârların sürüklediği enflasyon” olgusu vurgulanıyor. İster Ukrayna krizi sonrasında enerji, ham madde, temel girdi maliyetlerinde meydana gelen; ister enflasyona karşı yapılan asgari ücret artışları olsun her maliyet artışı, şirketler tarafından kârlardan fedakarlık bir yana, kâr marjlarını yükseltmekte de fırsat olarak kullanılıyor. Türkiye’de de bu doğrultuda tespitler var.

Üretimle beraber istihdam artıyorsa, fiyatların anlık bölüşüm etkisi bir geçim sıkıntısı olarak algılanır. Günlük hayatın olağan halidir. Muhatabı belirsizdir. Enflasyon 2021’in sonundan itibaren hızlandı. Gerçek mağdurlar daha çok beyaz yakalı, enflasyona karşı güvence mekanizmaları genellikle geçmişte devlet tarafından da gözetilen, hızlanan enflasyona karşı çaresiz kalan büyük kentlerin beyaz yakalıları. Yani şöyle söyleyelim. Muhalif oyların dağılımına baktığımızda, bütün büyükşehirler, kıyı şeridi, genellikle işçi sınıfının nitelikli ve kalabalık katmanları. Siyasal özgürlüklere, hayat tarzlarına müdahalelere dönük duyarlılıkları yüksek. Konut, eğitim giderleri üzerindeki baskılar, bu katmanların yaşam düzeylerini doğrudan ve hızlı etkiliyor.

Ama burada şunu netleştirmemiz gerek, bu sorun beyaz yakalılar için bir sorun ama mavi yakalılar için sorun değil demiş olmayalım. Ya da öyle mi diyorsunuz?

Hayır, bu kadar ağır bir sorun değil.

BÜYÜK KENT YOKSULLARININ SAFLARINDA ‘NİÇİN YOKSULSUNUZ?’ SORUSU YANITSIZ KALIYOR

Neden çok yoksullar ama?

Hayır, bir kere AKP’nin sosyal devlet kurumlarının, düzenlemelerinin dışında yerleştirdiği yaygın bir sosyal yardım ağı var; telafi edici rolü önemli. Kurumsallaşmadığı için iktidar değişikliği ile bu destek öğesini kaybetme tehlikesi endişe yaratıyor.

Burada ikinci ve ideolojik bir etken de var. AKP’nin 20 yıllık hakimiyeti, özellikle sağa kayan ve Cumhuriyetçi söylemini kaybetmiş olan ana muhalefetin etki alanını iyice daralttı. Günümüz ortamıyla ilgili bir örnek vereyim. Necmi Erdoğan, Kayıp Halk başlıklı araştırmasını bu yakınlarda yayımladı. Kitap, bugünkü toplumsal bunalım ortamında yoksularla yapılan çok sayıda yüz yüze röportajı da değerlendiriyor. Ve ortaya çıkıyor ki büyük kent yoksullarının saflarında “niçin yoksulsunuz?” sorusu yanıtsız kalıyor. Zira, yetişkin hayatları boyunca bu soruyu sınıf karşıtlığı, sınıf mücadelesi perspektifi ile gündeme getiren akımlarla karşılaşmamışlar. Düzeni suçlamak bir yana, günlük hayatlarında ve çalışma koşullarında karşılaştıkları işverenleri, zenginleri veya hükümeti sorumlu görmelerine yol açacak sınıfsal refleks ve algılama melekesi dumura uğramış. Bu durumda örneğin Erdoğan’ın iç ve dış siyaset ve ekonomi söyleminde sürekli ortaya çıkan tutarsızlıkları sergilemek veya insan hakları ihlallerine dayalı muhalefet söylemleri tümüyle etkisiz kalıyor.

İSLAMCI FAŞİZMİN DÜNYA GÖRÜŞÜNE TESLİM OLAN CHP YÖNETİMİ, KENDİ TABANINDA VE GEÇMİŞ BİRİKİMİNDE VAR OLANI LAİK DUYARLILIKLARI FELCE UĞRATTI

Bu, sosyalist partiler dışındaki tüm partilerin sağcı ya da sağa yaslanmış olduğunu mu gösteriyor?

Kritik dönemeçlerde dahi parlamenter muhalefetin duyarsızlığı hazindir. 2017 Referandumu bir rejim değiştirme operasyonunun kritik aşamasıydı. İktidarın ana hedefinin İslamcı bir rejim olduğu da ortadaydı. CHP’nin “muhafazakâr, İslâmî duyarlılığı yüksek çevrelerden oyları almalıyız” saplantısı yüzünden bu mesele anayasa oylamasında öne çıkmadı; sağ ve sol kanatları olan Cumhuriyetçi bir cephe altı yıl önce oluşturulabilirdi. Gündeme dahi gelmedi. Tuhaf bir durumdayız: Türkiye’de siyasal mücadelenin en acil sorunlarından laikliği korumak, niçin sadece ve sadece sosyalist partilerin öncülüğündedir?

İslamcı faşizmin dünya görüşüne teslim olan CHP yönetimi, kendi tabanında ve geçmiş birikiminde var olanı laik duyarlılıkları da felce uğrattı.

Şimdi bak, aslında Cumhuriyetçi duyarlılıklar, CHP’nin seçmen tabanından çok daha geniş kalabalıklarca sahiplenilmiştir. Gezi hareketinin kitlesi bu kalabalıklardan oluşuyordu. Hatta Mayıs’ta Erdoğan’a karşı oy kullanan 25 milyon da Gezi kitlesinin türevidir. Bu muhalefeti sandıklarda birleştiren temel etkenin, sola açık Cumhuriyet değerleri olduğunu düşünüyorum.

Muhalefet bu aydınlanmacı yaklaşımı terk etmemiş olsaydı, iktidarın devamı için oy veren o 27 milyon seçmene ulaşabilir miydi?

CHP yönetimi, temsili demokrasinin bir sonraki seçime odaklanan en “oportünist” biçimini benimsemiştir. Laik, Cumhuriyetçi duyarlılıkları yüksek, Alevi bir çekirdeği seçimlerde “CHP listelerine mahkum” görüyor; “karşı mahalleden de oy almam lazım iktidar olabilmem için”, diyor. Ama yüzde 25 çekirdeğini hiç aşamıyor. Çünkü gerçekte savunduğu, benimsediği bir dünya görüşü yok. Türkiye toplumunun birikimleri ile de bağlarını koparmış.

1960 sonrasında Türkiye işçi sınıfı hareketi ve parlamenter muhalefetin dışına taşan sınıf mücadeleleri sosyalist ve devrimci akımlarla iç içe girmiştir. “İslâmî değerler”, 1960 sonrasında filizlenen sınıf mücadelelerini, militan sendikalaşmayı temsil eden DİSK’i, yüzbinlerce işçiyi Taksim’de toplayan 1 Mayısları, 12 Mart muhtırasını da tetikleyen 15-16 Haziran yürüyüşünü, yakın geçmişte Ankara’daki Tekel işçilerinin direnişini engelledi mi? Halk sınıflarının kültürel kimliğinin önemli bir öğesi olan Müslümanlık, onların, sola, sosyalizme açılmalarına, devrimci hareketlere katılmalarına engel olmamıştır. Zaten bu durum, Cumhuriyet devrimleri söz konusu olduğunda Türkiye toplumunun tümü için de geçerlidir.

FİNANS KAPİTALİN TALEPLERİNİN KARŞILANMASI GEREKİNCE ŞİMŞEK’İ ÇAĞIRMAK ZORUNDA KALDILAR

Seçim sonrası ekonominin başına Mehmet Şimşek getirildi, TCMB başkanı ve yönetimi değişti. Bunu nasıl görmek gerekir? Gerçekten Erdoğan’ın bütün o faiz ısrarına rağmen ekonomi yönetimi ortodoks politikalara mı dönüyor gerçekten yoksa bu sadece yerel seçime kadar bir yöntem mi olacak? Yerel seçimden sonra nasıl devam eder, nasıl görüyorsunuz? 

Şöyle düşünün, Mayıs 2023’te ekonomi tıkanmıştı. Saray iktidarının neoliberal istikrar ilkelerini çiğneyen politikaları iki alanda dengesizlik yaratıyor. Enflasyonu pompalıyor ve cari işlem açığını artırıyor. Şu anda bu türden kırılganlıklar içine sürüklenmiş ve olası dış borç krizlerine aday olan ülkelerden biri Türkiye. Yani bu açığı dış borçlarla sürdürmenin imkanı sınırlandı. Derecelendirme kuruluşlarından Türkiye’ye de bol miktarda uyarı geldi. Mayıs 2023 dönemecinde, dış borcun 206 milyar dolarının bir yıl içinde ödenmesi gerekiyor. Bir yıl içinde bu dış finansman gereksinimine 50 milyar doları aşması beklenen cari işlem açığını da ekleyin. Bu toplamın döndürülme derecesi uluslararası finans kapitale bağlı. Enflasyonu frenleyen finansal istikrar reçetelerine dönüş talebi onlardan geldi. Bu talepleri karşılamak için mecburen eski ekipten Mehmet Şimşek çağırıldı.

MEHMET ŞİMŞEK, FİNANS KAPİTAL İLE ERDOĞAN’IN ÇELİŞKİLİ ÖNCELİKLERİNİ UZLAŞTIRMA ÇABASINDA

Ancak Mehmet Şimşek’in, kritik durumlarda Cumhurbaşkanından bağımsız kararlar alabileceğine dair pek de güçlü bir inanç yok?

Şimşek, finans kapitalin istikrar programını Türkiye’ye getirme göreviyle geldi ama Erdoğan hâlâ sabit fikirlerinden tam vazgeçmiş değil. Küçülmeye karşı direniyor. Çünkü yakın gelecekte bir de yerel seçim var. İktidarını mutlaklaştırmak için yerel seçim önemli. Bu yüzden yeni program iki ayrı muhatabın önceliklerini karşılamaya çalışarak hazırlandı. Birincisi finans kapitalin enflasyonu düşüren istikrar, diğeri RTE’nin aradığı (en azından Mart 2024 seçimlerine kadar) büyüme öncelikleri…  Örneğin finans çevreleri TCMB’nin politika faizinin yeni programın (OVP’nin) 2024 hedefi olan yüzde 35’e yerleşmesini talep edecekler. Bu, 10 puanlık faiz artışı anlamına gelir. Erdoğan Mart 2024 seçimlerinden önce bu boyutta bir ayarlamaya, ekonomiyi daraltıcı etkisi yüzünden direnecektir. Mart 2024 sonrasına kaydırılırsa sineye çekebilir.

Bu tür uzlaşılar, en azından önümüzdeki aylarda gündemde olacaktır. Her sene Türkiye’nin dış borcunun belli bir artış temposuyla sürdürülmesini uluslararası dev yatırım bankaları sağlıyor. Ama Türkiye devlet tahvillerinden birinin vadesi gelen faiz yükümlülüğü, o andaki döviz kısıtı nedeniyle ödenemezse, Türkiye Hazinesi temerrüde düşer ve dış borç krizine sürüklenir. Benzerleri, bu yakınlarda Arjantin’in, Sri Lanka’nın başına geldi. Dünya ekonomisinin bugünkü ortamında bu riskle karşı karşıya kalan çok sayıda ülke var.

Mehmet Şimşek bunu önleyebilir mi sizce?

Mehmet Şimşek herhalde Orta Vadeli Programın hazırlanışında belirleyici rol oynadı. Özellikle makroekonomik hedeflerin, finans kapitalin de aradığı istikrar perspektifini içermesi lazım. Aynı zamanda Erdoğan’ın aradığı büyüme devam etmeli. Yani Erdoğan faiz politikalarına filan karışmasa bile büyümenin sürmesi lazım. Onun için Şimşek’in demeçleri iki önceliği bir arada içeriyor: “İhracata ve üretime dönük büyümeyi teşvik edeceğiz ama faizleri de yükselteceğiz. Tüketimi caydırarak üretimi beslemeyi düşünüyoruz.”  Bu tutarlılığı güç bir ikilemdir. Finans kapitalin ve Erdoğan’ın çelişkili önceliklerini uzlaştırma çabası söz konusu…

SEÇİMDEN SONRA ERDOĞAN, IMF PROGRAMININ VE OVP’NİN ÖNGÖRDÜĞÜ BÜTÜN KEMER SIKMA YÖNTEMLERİNİ UYGULAYACAK

ŞİMŞEK, NEW YORK’A FİNANS KAPİTALİN ENDİŞELERİNİ DAĞITMAK İÇİN GİDİYOR

OVP DİYOR Kİ, 2024’TE ENFLASYON FARKI ÖDEMELERİNİ UNUTUN

ACEMOĞLU’NUN DÜŞÜK VERİMLİLİK DEDİĞİ ŞEY BİR SEBEP DEĞİL, SONUÇTUR

TCMB FAİZİ YÜZDE 30’A ÇIKARMAK İSTER AMA SARAY’I NÖTRALİZE ETMEK İÇİN 2 BUÇUK PUAN ARTIŞA GİDEBİLİR

EKONOMİNİN ÇÖKMESİNİ DEĞİL, DURGUNLAŞARAK ÇÜRÜMESİNİ YAŞIYORUZ

SON YILLARDAKİ GELİŞMELER, SERMAYENİN İSTİKRARLI TAHAKKÜMÜNÜ SAĞLAYAN BİR MODELDEN, GİDEREK VAHŞİLEŞEN BİR KAPİTALİZME GEÇİŞTİR

Cumhuriyetin 100. yılını bitirmemize günler kala şu soruyu size bilhassa sormayı çok önemsiyorum. Türkiye Cumhuriyeti’nin 100. yılında, vadettiklerini de düşünerek geldiğimiz noktada sermaye ve emek açısından tahlili nasıl yaparsınız?  

(Korkut hocanın burada yüzü gölgeleniyor. Susuyor ve önüne bakıyor. Sonra, bunu koymayalım söyleşimize, diyor. Neden hocam, diyorum. “Kötümserim de onun için” diyor. Artık üzgün ve sessiz. Sessizliği ben bozuyorum)

Devamı burada.

BAKMADAN GEÇME

Benzer Haberler