Sosyal Medya

Güldem Atabay

Güldem Atabay: Otokrasi yükselirken – Yeni Ekonomi Modeli ve 100 yıllık Avrupa faşist ekonomi politikaları deneyimi…

V-Dem Institute Democracy Report 2022’ye göre dünyadaki ortalama bir vatandaşın 2021 sonu itibarıyla sahip olduğu demokrasi 1989 seviyesine geriledi. Soğuk…

Güldem Atabay: Otokrasi yükselirken – Yeni Ekonomi Modeli ve 100 yıllık Avrupa faşist ekonomi politikaları deneyimi…

V-Dem Institute Democracy Report 2022’ye göre dünyadaki ortalama bir vatandaşın 2021 sonu itibarıyla sahip olduğu demokrasi 1989 seviyesine geriledi. Soğuk Savaş’ın sona ermesinin ardından izlenen 30 yıllık demokratik ilerlemeler silinmiş durumda. Dünyada gerçekten liberal demokrasi sayılabilecek ülke sayısı 34 ile sınırlı. Dünya nüfusunun %70’ine denk gelen 5,4 milyar insan ise düzeyi değişen bir otokratik rejim içinde yaşıyor.

Liberal demokrasi zemini üzerinde ortaklığı oluşturan 27 üyeli AB içinde bile bugün 6 ülke otokratlar tarafından yönetilmekte rapora göre. Çoğulculuk karşıtı iktidar partilerinin otokratlaşmayı açıkça teşvik ettiği ülkeler başında Brezilya, Macaristan, Hindistan, Polonya, Sırbistan ve Türkiye yer alıyor.

Üstelik otokratik yönetim biçimleri bir süredir seçimle iktidara gelen partiler tarafından kökleniyor. Hükümet söylemine karşı fikirlerin saygınlığını azaltma yönünde organize adımlar, sivil topluma yönelik baskılar ve medyaya yönelik sansür ve tacizler otokratikleşen ülkelerin ana karakteri.

Sandık halkın önüne halen koyulmakla birlikte, seçimlerin şaibesiz tamamlanmasından sorumlu kurulların özerkliği kademe kademe zayıflatılıyor. Seçimlere müdahale için “kanuni zemin” yaratılırken, eş zamanlı olarak hükümetler eliyle yaratılan zehirli bir kutuplaşma havası ifade özgürlüğünü baskı altına alıyor.

Zehirli kutuplaşma seviyeleriyse çoğulculuk karşıtı liderlerin otokratik gündemlerinin dikte etmesiyle, seçim zaferlerine katkıda bulunuyor.  Siyasi muhalifler şeytanlaştırılırken, kutuplaşmış halklar, hükümet dışı çeşitli kaynaklardan gelen bilgilere güvenmeme eğiliminde oluyor. Hükümetlerse, iç ve dış kamuoyunu şekillendirmek için yanlış bilgileri (dezenformasyonu) bilinçli olarak araçsallaştırmakta. Teknolojinin varlığı da bu “post-truth” çağda yanlış bilgi yayılımına araç haline dönüşmüş durumda.

Otokratikleşen ülkelerin bu karakteristiği bizlere yabancı değil. Keza, Türkiye de dünyadaki bu dalgadan payını en hızlı alan ülkelerden. 2011-2021 dönemi AKP’sinin politik tercihleri Türkiye’yi artık dünyada “katı otokratik düzenle yönetilen ülkeler” kategorisine net olarak düşürmüş durumda.

Liberal Demokrasinin Durumu 2021 (0-0.1: en kötü, 0,9-1: en iyi)

Otokratların ekonomi politikaları da benzeşiyor

Dünyada aşırı sağın yükselmesinde küresel ölçekte hissedilen ekonomik krizlerin payı büyük. 2011-2021 arası liberal demokrasi bahasına yükselen otokratikleşmenin köklerini 2008 Küresel Finansal Krizi’nde yakalamak mümkün. Fakat, kriz sonrası devam eden yapısal ekonomik problemlerin varlığı aşırı sağın güç kazanmasına yol açarken, aşırı sağ partilerin ekonomik açıdan umutsuz kitleleri mobilize etmeye dayalı ekonomi politikalarıyla esasta kendi yerlerini sağlamlaştırdığını görmek gerekli.

Avrupa ekonomilerinin son 100 yılı da yaşanan savaş ve ekonomik krizlerin büyüklüğü ölçeğinde şimdilerde artan otokratikleşmenin anlaşılması için önemli dersler içeriyor.

20yy başlarında Almanya, İtalya, İspanya ve Yunanistan’daki aşırı sağcı-faşist iktidarların ekonomi politikaları ile bugün dünyada tecrübe edilen otokratik yönetimlerin uyguladığı ekonomi politikalarının şaşırtıcı derecede örtüşen alanlarını yakalamak mümkün.

İki dünya savaşı arası gelişen diktatoryal siyasal rejimlerinin hepsi ekonomik milliyetçilik ile ticaret ve finansmanın mutlak denetimini beraber uyguladılar. Devlet müdahaleciliği giderek aşırı bir hal aldı ve siyasal sistemin de değişmesiyle kontrolsüz bir şekle büründü. Savaş ekonomisinin yarattığı ihtiyaçlar rejimle bütünleştikçe “devlet” muhalefeti ortadan kaldırmak, yönetimdeki parti dışındaki tüm siyasal partileri yasaklamak, sendikaları “millileştirmek”, özellikle gençleri kadrolaştırarak “milli hareketler” yaratmak suretiyle denetimi sıkılaştırdı. Tüm bunlar da her dört örnekte de bir liderin mutlak iktidarına hizmet etmekteydi.

Milliyetçi otoriter rejimler, ekonomik bağımsızlık hedefiyle iç istikrar ve agresif ekonomik büyüme hedefini gerçekleştirmek için askeri/polisiye gücü giderek daha etkin kullandılar. Meşruiyet ve toplumsal taban kazanmak için toplumsal yardım kurumlarını, kamu eliyle oluşturulan ve dağıtılan finansal destekleri devreye sokup, bunları sürekli hale getirdiler.

Fakat esasta iki büyük dünya savaşı arasında ve 1930 Büyük Buhran eşliğinde ruh bulan faşizm, devlet egemenliği ile özel girişimci çıkarlarını, kitlelerin ekonomik baskı altında tutulmasıyla birleştiriyordu. Orta sınıf popülist refah önlemleriyle “kollanırken” kazanılan kitlesel destek sayesinde elde edilen ekonomik güç büyük sermayeye ve parti bürokrasisine yönelmekteydi.

Bu rejimlerde özgür sendikalar yok edilirken, işçi çıkarlarını temsil etme güçlerinden mahrum, yukarıdan müdahaleyle işçi temsilcilikleri rejimle eşleşti. Bu rejimler büyük şirketlere “hizmet ederken”, şirketler de liderin ya da parti-devlet bürokrasisinin belirlediği “yüze milli çıkarlara” ekonomik fayda sağlamak zorundaydı.

19yy sonlarında Adam Smith’le tohumları atılan “bırakınız yapsınlar” dönemindeki ilk küreselleşme, sanayileşme dalgası sonucunda artan gelir eşitsizliği ilk dünya savaşıyla sonuçlanınca dönemin faşist-aşırı sağ rejimleri modernleşmede geri kalan toplum kesimlerinin desteği üzerinden yükseldi. Siyasal-ekonomik travmalar oy tabanını belirlediler. 20yy başlarken öncü küreselleşme dalgası başta İngiltere olmak üzere sanayileşen ülkelere büyük refah ve avantaj sağladı. Rekabetin bir anda artmasıyla geride kalan statü yoksunu kalabalıklar milli duyguları kabartarak kalkınmacılık vaat eden diktatörlük rejimlerine can suyu verdiler.

Güçlenmelerinde ekonomi politikalarının büyük payı olan faşist rejimler, ikinci dünya savaşındaki zorlu ancak büyük yenilgileri ardından dünya liberal demokrasilerin yükselişine sahne oldu.

Mayıs 2023’te Türkiye’nin kader seçimi var.

Başkanlık sistemi altında gücü elinde toplayan Erdoğan rejiminin uyguladığı Yeni Ekonomi Modeli’nin yanlış teorik bilgiye dayanan bir deney olmadığını kavramak önemli. Hatta Cumhurbaşkanı’nın partisine desteği diri tutmak adına popülist etiketi “nas” da uygulanan ekonomi politikalarının karşılığı değil.

Tam aksine.

AKP’nin Yeni Ekonomi Modeli’ni de faizsizlik politikası nedeniyle Siyasal İslam’ın ekonomik uzantısından öteye değerlendirmek gerekli.  

AKP’nin 2023 seçimlerini kazanarak YEM’i artan ve denetimsiz kontrol mekanizmaları yaratarak uygulamaya devam etmesi halinde varılacak noktanın ne olacağını geçen 100 yıl Avrupa ekonomi tarihine bakarak yakalamak mümkün.

20yy başındaki kontrolsüz ve eşitsizlikleri artırıcı küreselleşme-sanayileşme nasıl faşist rejimlerin doğmasına kapıyı açtıysa, bugün de 21yy başında deneyimlediğimiz kontrolsüz küreselleşme özgürlükçü demokrasilerin güç kaybetmesi ve otoktartik rejimlerin zemin bulmasına alan açıyor.

1980’lerden beri uygulamada olan Neo-liberal ekonomi politikaları 1990’ların başında denetimsiz  küreselleşmeyle toplumun geniş kesimlerinde fakirleşme olarak yıkım yarattı. Bugün kamu denetimi ve yeniden kamucu ekonomi politikaları gereği önemli ve haklı bir tartışma alanı.

Fakat geçen yüzyıl Avrupa ekonomisi kamunun yeniden devreye girmesi dalgasının, otokratikleşen rejimler yönetiminde ne kadar tehlikeli olacağını ispat eden deneyimlerle dolu.

V-Dem Institute Democracy Report 2022, AKP rejiminin otokratik yapısını tescil ediyor. Bu tür otokratik rejimlerin kamu müdahalelerini kitlelerin sorunlarına maksimalist bir çözüm üretmek yerine kamunun ekonomik gücünü nasıl kendi bekaları için kullandığı gerçeğini ayrıştırmadan kamuculuk tartışmalarında ilerlemek faydalı görünmüyor.

PolitikYol

BAKMADAN GEÇME

Benzer Haberler