Sosyal Medya

Prof.Dr. Evren Bolgün

Doç.Dr. Evren Bolgün: 2023 Yılının Ülkemize Demokrasi ve Özgürlükler Getirmesini Diliyorum

Yıl başından itibaren her hafta Cuma günleri sizlere Para Analiz web sitesinden sesleniyorum. Gelişmiş Batı ülkelerinde 5 yıl içerisinde yaşabilecek…

Doç.Dr. Evren Bolgün: 2023 Yılının Ülkemize Demokrasi ve Özgürlükler Getirmesini Diliyorum

Yıl başından itibaren her hafta Cuma günleri sizlere Para Analiz web sitesinden sesleniyorum. Gelişmiş Batı ülkelerinde 5 yıl içerisinde yaşabilecek olağanüstü sayılan hadiseler ülkemizde 1 ay içerisinde rahatlıkla yaşanabiliyor. Vatandaşlarımız da frekansı ve şiddeti her geçen yıl yükselen olağanüstü olayları da artık olağan bir şekilde karşılamayı öğrenmiş vaziyette hareket ediyorlar. 2022 yılını kapatırken benim ilk dileğim, seneye ülkedeki özgürlük ortamının çok fazla genişlemesi olacaktır. Demokratik sistemin gereksinimlerini her geçen gün biraz daha fazla aşındırarak yok etmekte olduğumuz son 4-5 yılda elimizde Hukuk, Adalet, Eğitim,.vs gibi alanlarda çok da fazla bir değer kalmamış durumdadır. O sebeple yılın son yazısını geçen hafta başlamış olduğum “Demokrasi, Özgürlük ve Popülizm” başlıklı konu hakkındaki görüşlerimi sizlerle paylaşarak yılı kapatmak istiyorum.

 

Amerika’da Demokrasi

 

Büyük bir siyaset ve devlet teoricisi olarak insanlık tarihine mal olan Alexis de Tocqueville, 1830 devriminin ardından Fransa’nın gittikçe demokratikleştiğini görerek politik bir model olarak Birleşik Devletler ile ilgilenmeye başlamıştır. Amerika’ya seyahatinin ardından İngiliz hükümet sistemini de çalışmak için İngiltere’yi ziyaret etmiştir. Klasik çalışması olan “Amerika’da Demokrasi’nin” ilk cildi 1835 yılında, seyahatinin hemen ardından yayınlanmıştır. Amerikan toplumu ve hükümetinin oldukça pozitif ve iyimser bir raporu olan bu kitap tüm Avrupa’da olumlu karşılanmıştır. 1835’in Ekim ayında London and Westminster Review’da İngiliz düşünürü John Stuart Mill Amerika’da Demokrasi’yi “zamanımızın en kayda değer ürünleri arasında” sözleriyle tanıtmıştır. Tocqueville, bu eseriyle 20. yüzyılda büyük oranda doğruluğu kanıtlanan, demokrasinin doğasının ve onun özgürlükler için tehlikelerinin teorisini net bir şekilde ortaya koymuştur. Ayrıca demokratik sistemde seçilmemiş bürokrasi tarafından yönetilen bir hükümet aracılığıyla iktidarın merkezileşmesinin, tıpkı eski otokratik sistemlerde olduğu gibi, bireysel özgürlüklere tehdit olmaya devam edeceğini görmüş, iktidarın merkezileşmesinin demokratik bir devlette daha büyük bir tehdit olacağını, çünkü insanların oy verme ve kendi temsilcilerini seçme hakkı varken kamunun hükümete daha az şüphe duyma eğiliminde olacağını ifade etmiştir.

Montesquieu ise, yirmi yıl üzerinde çalıştığı “L’esprit des Lois”(Yasaların Ruhu) adlı kitabında yasama, yürütme ve yargıyı birbirlerinden ayırmanın önemini vurgulamıştır. Eser o dönemde Papalık tarafından yasaklanmıştır. Montesquieu, hem toplumu hem bireyi karmaşık ilişkiler içinde bir bütün olarak ele almıştır. Hukuk sistemlerinin çok çeşitli faktörlere, örneğin halkın karakterine, ekonomik koşullar gibi etkenlere göre değiştiğini söyler. Özgürlüğün despotizme karşı olduğunu, çalışmanın umursamazlık ve tembelliği yok ettiğini, bilim ve tekniğin ise, gelenekçiliğe karşı olduğunu vurgular Montesquieu, hem toplumu hem bireyi karmaşık ilişkiler içinde bir bütün olarak ele almıştır. Demokrasi, din, yasaklar, yönetim, devlet biçimleri, ülkelerin coğrafyalarının toplumsal yapıya etkisi gibi konulardaki çalışmalarıyla siyaset bilimcilerin öncüsü olmuştur.

Birçok yazara göre aydınlanma, toplum için bir davranış modelini oluşturan, en seçkinlerin katılımı ile Avrupa’da ve Amerika’da Anayasal Devlet ve Demokrasi fikirlerinin hızla benimsenmesinin en önemli nedeni olmuştur.

 

Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi (1776)

 

Örneğin, bir ülkede demokratik bir rejim varsa; bu durum bireylerin rasyonel ve özgür davranarak ülke ekonomisinin daha hızlı gelişmesine yol açar diyebilir miyiz? Yoksa başlangıçta demokrasi olmasa da; önce ekonomi gelişir, sonra da demokratik bir rejim kurulur demek mümkün müdür? Tüm bu sorular Aristo dönemi kadar eski olup, Adam Smith ve Karl Marx’tan Amartya Sen’e kadar, tanınmış ve tanınmamış birçok düşünür tarafından sorulmuş ve yıllar boyunca cevaplandırılmaya çalışılmıştır.

 

Seymour Martin Lipset

 

Bu sorulara doyurucu cevaplar verebilmek için sosyal bilimciler çok mürekkep akıtmışlar ve akıtmaya da devam etmektedirler. Ekonomik gelişme ile demokrasi arasındaki ilişkiyi en kapsamlı biçimde ele alan ilk bilim adamı Lipset’tir. Lipset’e göre, demokrasi ancak ekonomik açıdan belli bir gelişmişlik düzeyine ulaşmış toplumlarda tam olarak uygulanabilir. Ekonomik büyümenin “yeterince” sağlanmış olması, Lipset’e göre, toplumun dinamik unsurlarının merkezi siyasal iktidarlardan bağımsızlaşmasını ve böylelikle demokrasinin gelişimi açısından elverişli bir ortamın oluşmasını mümkün kılmaktadır. Lipset’i izleyen bilim adamlarının aynı çerçevede geliştirdikleri kurama göre, ekonomik büyümenin sağladığı eğitim düzeyindeki yükselme, demokrasinin gerçekleştirilmesini kolaylaştıran bir etkendir. Önce ekonomik büyüme, sonra demokrasi diyen yaklaşımı, “demokrasi bir lüks maldır” diye de özetlemek mümkün olabilir.

Diğer taraftan, ekonomik büyüme ile demokrasi arasındaki nedenselliği, büyümeden demokrasiye doğru değil, demokrasiden büyümeye doğru inceleyen ve birbirinin taban tabana zıddı olan iki yaklaşım söz konusudur. İlk yaklaşım demokrasinin ekonomik büyümeyi olumsuz yönde etkileyeceğini savunur. Demokrasinin ekonomik büyümeyi olumsuz yönde etkileyeceği yolundaki yaklaşımı savunanların ileri sürdükleri iki tez daha vardır: demokraside çıkar gruplarının rant kollama davranışlarının ve siyasal iktidarların kısa dönemli seçim hesaplarının ekonomik büyümeyi frenlemesidir. Demokrasinin ekonomik büyümeyi olumlu yönde etkileyeceğini savunan yaklaşım ise, daha fazla demokrasinin başta mülkiyet hakları olmak üzere siyasi/toplumsal karar alma süreçlerinin şeffaf biçimde işlemesini sağlayacak kurumların oluşmasını mümkün kılacağını ileri sürmektedir.

Michigan Üniversitesinden siyaset bilimci Profesör Inglehart ve meslektaşlarınca bu konuda bir araştırma yapılmış ve 2003 yılında yayınlanmıştır. (Inglehart et al, The Theory of Human Development: A Cross-Country Analysis, European Journal of Political Research, 42: 341-379, 2003.)

Bu çalışmanın ortaya koyduğu bulguya göre, beşeri gelişme şu üç unsura bağlı olarak gerçekleşmektedir:

(1) Sosyoekonomik Gelişme,

(2) Özgürleştirici Kültürel Değişme

(3) Demokratikleşme

Bu üç unsur tutarlı bir bütün oluşturup, “sosyal ilerleme” olarak nitelendirilen olguyu ifade etmektedir. Sosyoekonomik gelişme, özgürleştirici kültürel değişmeye, özgürleştirici kültürel değişme de demokratikleşmeye yol açmaktadır. Buna göre, bireyin içinde yaşadığı toplumun sosyoekonomik gelişmesi, yani ekonomik açıdan zenginleşmesi, bireye tercihlerini arttırmanın nesnel koşullarını vermektedir.

Machiavelli ise, üç türlü yönetim biçimi olduğunu iddia etmektedir. Bunlar, “Monarşik, Aristokratik ve Halkçı” yönetimlerdir. Kötü olan yönetimler de aslında bunlardan türemiştir. Bunlar türedikleri hükümetlere o denli benzerler ki bazen karıştırılmaları bile olasıdır. Machiavelli’ye göre monarşi zorbalığa, aristokrasi oligarşiye, demokrasi de başıboşluk haline dönüşebilir. Kurduğu devlete bu üç yönetim tarzından birini seçen bir hükümdarın (bugünkü adıyla başkanın) çok dikkat etmesi gerekir, zira iyi devletin kötü hale dönüşmesini önlemenin bir yolu yoktur. Bu yüzden yasa koyucular bu üç yönetim biçiminin sadece birini kullanmaktan çekinmişler, her biriyle ortak yanı olan başka yönetim biçimini seçmişlerdir.

 

Machiavelli

 

Sözün kısası herkes, kendi geleneklerine ya da eğilimlerine uygun düşen hükümet biçimine bir ad vererek işin içinden sıyrılmıştır. Sonunda demokrasilerde her ulus her istediğini yapıyormuş gibi göründüğünden özgürlüğü demokrasiye yakıştırmışlar, ulusun yetkisiyle özgürlüğünü birbirine karıştırmışlardır. Çağımız düşünürlerinden Harold Laski ise, «Çağdaş uygarlığın gerektirdiği toplumsal koşullar içinde kişinin mutluluğunu sağlamak için herhangi bir kısıtlamaya başvurulmamasına özgürlük demektedir.». Laski’ye göre özgürlük kısıtlamanın kalkmasıdır. Yoksa ne ROUSSEAU’nun ileri sürdüğü gibi «kişi özgürlüğe zorlanmaktadır» ne de HEGEL’in dediği gibi «özgürlük yasalara uymaktadır». Yasalar onları kısıtlamıyorsa, insanlar bu yasalara uyarken özgürdürler. Eğer bu yasalara istemeyerek, zorla, gönül rızaları olmaksızın boyun eğiyorlarsa, o zaman özgür değildirler.

Görüldüğü gibi özgürlük kavramının anlamı ya da açıklaması ister istemez yasalara ya da kısıtlamalara ilişkin birtakım sözcükleri içermektedir. Daha doğrusu yasa ve özgürlük birbirleriyle sürekli olarak ilişkide bulunan iki sözcüktür. Yasalar özgürlüklerin doğmasına yol açmakta, aynı yasalar özgürlüklerin kullanılmasını engellemekte ya da kısıtlamaktadır. Yasanın üstün tutulmadığı bir ülkede özgürlükten söz etmek kolay değildir. Ne var ki baskıcı bir yasa da özgürlüğü yok etmekten başka işe yaramaz. Amacımız özgürlüklerin açıklamasını ya da anlatımını yapmak olmamalıdır. 12 Haziran 1776 tarihinde yayınlanan VIRGINIA Haklar Bildirisi, 4 Temmuz 1776 yılında yayınlanan Amerikan Bağımsızlık Bildirisi ve 26 Ağustos 1789 tarihli Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi gibi, özgürlük kavramının temel anıtlarının altında birçok düşünürün imzası bulunmaktadır. Hatta bu imzadan da öte bu bildirilerin esasını teşkil eden «Hümanist» düşüncelerin oluşturulması onların eseridir.

A.B.D. anayasasının başarısı diğer ülkelere de örnek olmuştur, bugün dünyadaki 160 küsur ülkenin yazılı anayasası vardır. Bunların pek çoğunda da Amerikan Anayasasından alıntılar ve ilhamlar bulunmaktadır. Ancak sadece bir anayasaya sahip olmak yeterli değildir. Onun korunması, zamana ve ülkede meydana gelebilecek sayısal, sosyal ve ekonomik değişikliklere dayanıklı olması gerekir. Daha da önemlisi demokrasi bilincinin vatandaşların aklına ve yüreğine yerleşmesi gerekir. Ayrıca anayasalardaki güzel sözlerin ve cümlelerin solan kağıtların üstünde kalmaması ve dinamik özgürlükler olarak yaşaması gereklidir. George Mason, Virginia Eyaleti Haklar Bildirgesinde şöyle demiştir, “Eğer hür insanlar özgürlüklerini zaman zaman gözden geçirmezlerse ve bunların ne pahasına elde edildiklerini unuturlarsa; bu özgürlükleri kaybetme riski ile karşı karşıya kalırlar.”

İnsanlığın gelişmesinde en büyük etken zekânın durmadan olgunlaşmasıdır. Bu düşünce anlayışı ise, zekânın akılcı meyvalarının özgürce yayılması ve tartışılmasını daima savunmaktadır. Özgürce söylenip tartışılmayan bir düşünce ya da kuramın doğru veya sağlıklı bir çözüm getirdiğini anlayabilmek olanaksızdır. Düşüncelerin özgürce söylenip, tartışılmadığı toplumlarda ilerlemeden bahsetmek ise, tamamiyle olanaksızdır. Bu nedenle hedefimiz daima insanların düşündüklerini özgürce söyleme hakkına sahip olduklarını savunmak ve uygulamak olmalıdır.

 

A.B.D. Anayasası

 

Popülist Yaklaşımlar

Popülizm genel olarak süregelen durumun radikal olarak eleştirilmesiyle kendini gösterir ama sağ eğilimli ya da sol eğilimli bir hareket olarak güçlü bir politik kimliği yoktur. Tarih boyunca popülizm solcu, sağcı, hatta merkez eğilimli görünümler almıştır. Yakın geçmişte ABD’deki muhafazakâr politikacılar oldukça popülist söylem ve eylemler içine girmişlerdir, Amerikan halkına “Güçlü avukat lobisine”, “Liberal seçkinlere” ve “Hollywood’un seçkin tabakasına” karşı direnmelerini söylemişlerdir. Yine yakın geçmişte Amerikan “sol kanat” politikacıları giderek artan bir şekilde popülist söylemlere girmiştir. Normalin aksine, Amerikan liberalizmi büyük şirketlere karşı gelen bir politika izlemektedir ve bu şirketlerin kârı insanın önüne koyduğunu ve şirketin gereksinimine göre hükûmetin işleyişine müdahale edildiğini savunmaktadır. 2004 yılı başkanlık seçimlerinde Demokrat Parti adayı John Edwards’ın kullandığı “İki Amerika” deyimi oy verenlere yönelik popülist girişime bir örnektir. (Kaynak:Vikipedia)

Popülistler bazı politikacılar tarafından toplumda oldukça demokratik ve olumlu bir güç olarak görülmesine karşın, siyaset bilimindeki bazı önemli çalışmalarda popülist kitlesel hareketlerin gerçekçi olmadığını ve siyaset sahnesini kararsız bir ortama sürüklediği belirtilmektedir. Margaret Canovan bu iki karşıt görüşünde hatalı olduğunu savunmakta ve dünya çapında çağdaş popülizmi “tarımsal” ve “siyasal” olarak iki ana bölüme ve 7 alt sınıfa ayırmaktadır:

Tarımsal Popülizm

  • Ticarî ürün yetiştiren ve köktenci ekonomik istekleri olan çiftçilerin hareketi, 19. yy. sonlarındaki “US People’s Party” gibi oluşumlar.
  • Geçim koşulları için köylü hareketleri, I.Dünya Savaşı’nın sonrasında Doğu Avrupa’daki Doğu Avrupa Yeşil Ayaklanma Milisleri gibi oluşumlar.
  • Ağır şartlarda çalışan çiftçi ve köylülerin koşullarını hüzünlü bir şekilde romantikleştiren entellektüellerin kurduğu köktenci tarımsal hareketler, Rus “Narodniki” gibi.

Siyasal Popülizm

  • Popülist demokrasi, halk oylamaları gibi reformlarla siyasi katılımcılığın artırılmasını savunmak gibi,
  • Politikacıların birleşik bir cephe kurmak ve çoğunluğu yakalamak için ideolojik olmayan “halka yönelik” söylemlerle yaptığı popülizm.
  • Gerici popülizm, George Wallace’ın beyazların büyüyen tepkisini kullanması gibi.
  • Popülist diktatörlük, Arjantin’de Juan Perón tarafından kurulduğu gibi.

Popülizmin Yükselişi

Soli Özel’in geçmişte yaptığı şu tanımlama ile içinde bulunduğumuz dönemde yükselen popülizm eğilimlerini kısaca sizlere aktarmak istiyorum.

Kapitalizm ve Demokrasi Arasındaki Çatışma, Popülizmi Sonuç Veriyor” (Liber Dergisi, Ocak-Şubat 2017)

Milenyuma yaklaşırken herkes Dünya’yı 20. yüzyıldan daha iyi bir gelecek beklediğine inanıyordu. Demokratik rejimlere geçiş Dünya çapında artıyor uluslararası üretim, ticaret ve finans ağı genişliyor, Avrupa entegrasyonundaki genişleme ve derinleşme süreci başarıyla yürütülüyor, Batı ve Batı-dışı toplumların ekseriyetinde refah ve özgürlük düzeyi yükseliyordu. Umutsuz olmak için şüphesiz ki bir çok sebepler de vardı ancak, bu sebepler yükselen vahşi kapitalizm ve küreselleşme eğilimlerinin gölgesinde kalıyordu. İçinde bulunduğumuz dönemde yaşanan politik gelişmeler iyimser beklentileri boşa çıkarmaya başlamıştır. Yakın zamanda demokratikleşen ve demokrasileri illiberal, rekabetçi, seçimsel gibi “sıfatlarla” nitelenen hibrit rejimlerde otoriteryenizm yükselişine ve demokrasinin gerileyişine şahit olmaya başladık. 2000-2014 yılları arasında Rusya, Filipinler, Ukrayna, Venezüella, Tayland dahil 25 ülkenin demokrasisinde çöküntüler yaşandı. Ayrıca 2006 yılından itibaren yalnızca seçimsel demokrasilerin değil aynı zamanda liberal demokrasilerin de sayısı azaldı. (Larry Diamond,2015)

 

Popülizm

 

Dolayısıyla bugün Batılı liberal demokrasilerde Fareed Zakaria’nın vurguladığı gibi yalnızca dışarıdan değil, aynı zamanda, kendi içinden de büyük bir meydan okumayla karşı karşıyayız. (Zakaria,1997) Bu meydan okuma ise, kendisini “popülizm/popülist siyaset” ekseninde göstermektedir. Popülistler yüzyıllar içerisinde kökleşmiş tüm liberal değer ve kurumları açık bir biçimde hedef almakta ve Batı siyasetinde ve toplumunda pragmatik bir değişime zorlamaktadır. Peki liberal demokrasiyi tehdit eden ve yükselişinden sıklıkla bahsedilen bir fenomen olarak “Popülizm nedir ve Temel karakteristik özellikleri nelerdir?”

Batı ülkelerinde popülist siyasete artan rağbet tekil gelişmeler olmaktan çok daha fazlasına işaret ediyor. Başka bir ifadeyle her popülist dalganın ulusal düzeyde kendine özgü bir yükseliş dalgası olmakla birlikte son yıllarda bir bütün olarak Batı’da eş zamanlı bir hareketin varlığından söz edilebilir. ABD ve İngiltere, Fransa, Almanya, İsveç, Hollanda, Danimarka gibi liberal demokrasinin beşiği olan Kuzey Avrupa ülkelerinde aşırı sağcı popülist liderler/hareketler sahip oldukları toplumsal desteği ve siyasal nüfuzu son yıllarda hızla arttırırlarken; sağ popülizmin bu istikrarlı yükselişine Yunanistan, Portekiz, İspanya gibi Güney Avrupa ülkelerindeki sol popülist liderler/hareketler refakat etmektedir. Örneğin Nigel Farage, (İngiltere UKİP Lideri) Donald Trump’ın seçim kampanyasına bizzat katılırken, Marine Le Pen, Trump’ın başarısını özgürlüğün zaferi olarak tanımlıyor, Macaristan Başbakanı Viktor Orban demokrasi hala yaşıyormuş diyebiliyor. Popülistlerin son yıllarda birbirlerine yaptıkları bu duygusal yatırım zaman zaman öyle bir noktaya geldi ki sağ popülistler ile sol popülistler bir çok meselede ortak zeminde buluşabilmekteler. Söz gelimi Portekiz’de iktidar ortağı olan Portekiz Komünist Partisi ile sağ popülist İsveç Demokratları İngiltere’nin AB’den ayrılmasına benzer duygusal tepkiler ortaya koyarak kendi ülkelerinin de AB’den ayrılması için referandum çağrısında bulundular. Gerçekten de Batı’da mevcut kurum ve aktörlerin sorunları çözemediği geçtiğimiz 10 yılda siyasetin bu ikilik üzerinden okunması popülistlerin en büyük stratejilerinden biri haline geldi. Böylelikle halk kitlelerini kolaylıkla mobilize etme olanağına kavuştular. (Ömer Faruk Şen, Yunus Furkan Arıcan. Liber Ocak-Şubat 2017, Batı’da Popülizmin Yükselişi ve Liberal Demokrasi, sf.6-13)

Doğu’da Batı müdahaleciliğine ya da küreselleşme sonrası yerel değerlerin asimile olma tehlikesine karşı gelişen popülist siyaset, Batı’da daha çok azınlık ve göçmen karşıtlığı olarak tezahür etmiştir. Ulus devletteki geri çekilme, aktif küreselleşme politikaları ve 25 yılda Ortadoğu’da gerçekleşen savaşlar sonucunda sosyal güvenceleri azalan rekabet anlamında savunmasızlaşan ve ülkesi yoğun bir şekilde göç alan Batı halkları, kendilerini hem kültürel hem de ekonomik açıdan huzursuz hissetmektedirler. Bu noktada Avrupa’daki popülist partilerin toplum içerisindeki taraftarlarında da artışlar yaşanmaktadır. Avrupa’daki sağ popülizmin 3 sebebi bulunmaktadır: Avrupa entegrasyonuyla ilgili genel hoşnutsuzluklar, ekonomik istisnalar ve mülteci, göçmen akının yarattığı korku ve antipati. Alt orta sınıfın büyük bir kısmı kendini dışlanmış hissediyor. Globalizasyonun neoliberal versiyonu ve ılımlı solun refah dağıtımına işaret etmekte yetersiz kalması, alt tabakada marjinalizasyon ve zayıflık duyguları yaratıyor. Fakat popülizmin de sınırları vardır. Tarihsel gelişimde seçkinlerin payını umursamayıp halkları harekete geçirme ihtiyacını vurgulamakla beraber insanların isteklerine ve tutkularına kesin bir itaati de destekler. Popülizmin insanları genelde bu kadar merkezi bir şekilde manipüle edebilmesinin sebebi budur. Popülizm böylelikle kolaylıkla otokrasiye ve anarşiye yol açabilir.

Popülizm, temel olarak halk kitlelerini mobilize eden ve kurulu düzeni kökünden sarsmayı vaad eden lider ya da organizasyonların başvurduğu yarı ideolojik bir çerçevedir. Esasında bir ideoloji olmaktan çok diğer ideolojileri de kesen “siyasi bir tarz” olarak popülizm şimdiye kadar hemen her ülkede ve bağlamda kendine özgü biçimleriyle ortaya çıkmıştır. Buna karşın ülkelerin popülizm tecrübelerinde belli ortaklıklar mevcuttur. Popülizm ya da popülist siyaset, ilk olarak siyasal, iktisadi ve kültürel sorunların ortaya çıktığı, kronikleştiği ve çözümüne dair umutların tükendiği toplumlarda ortaya çıkmaktadır. İkinci olarak popülizm kurulu düzenin dışından gelen dolayısıyla yarışa dezavantajlı bir pozisyondan başlayan karizmatik bir liderin varlığını ve bu liderin halk desteğiyle önündeki tüm engelleri aşması sürecini içermektedir. Genellikle bu lider sessiz ve güçsüz halk yığınlarının temsilcisi hatta hizmetkarı olduğunu ileri sürerek kendisini mevcut elitlerden farklı olarak sunar. Tam da bu noktada popülistler kendisini “halk-elit” veya “biz-onlar” benzetmesi üzerinden “kurulu düzen karşıtı” olarak sunar ve toplumsal kitleleri kendisini desteklemek suretiyle mevcut düzeni yıkmaya davet eder. Başka bir ifadeyle popülistler kendilerini “halkın kurtarıcısı” ilan ederken siyasi rakiplerini “halkın düşmanı” olarak tanımlarlar. Bunu yaparken sağ popülistler genellikle milliyetçi, gelenekselci, şanlı geçmişi ve özsel değerleri hatırlatıcı bir retoriğe başvururken, sol popülistler alt sınıflara hitaben emperyalizm ve kapitalizm karşıtı bir söylem kullanır. Popülist siyasetin bir başka özelliği ise, demokrasiye, onu dar anlamda ele alarak halkın iradesini doğrudan devlete yansıtan başka bir ifadeyle devleti gerçek sahiplerine teslim edecek bir araç muamelesini yapmalarıdır. Popülist siyaset için seçimler, halk oylamaları gibi yöntemler siyasal iktidarı ele geçirmenin bir aracı olmakla birlikte meşruiyetinin de yegane dayanağıdır; öyle ki hiçbir kurum ve teamül halkın seçimle ortaya koyduğu iradenin aleyhine meşruiyet iddiasında bulunamaz ve onu sınırlayamaz. Son olarak popülist siyaset halkın çıkarlarını koruma vaadiyle korumacı/müdahaleci ekonomi politikaları tavsiye eden bir söylem ve uygulama anlayışına sahiptir. Batı demokrasilerindeki siyasi rekabete bakıldığında bu unsurlar farklı yoğunluklarda da olsa açık bir biçimde gözlenmektedir.

Bu illiberal demokrasiye yönelik eğilim daha ne kadar sürebilir? Global siyasetin kapalı ve öfkeli milliyetçilik üzerinde anlaşmazlığa saplandığı 20. Yüzyılın başındaki gibi bir döneme mi yol alıyoruz?

 

Finansal Krizler ve Yükselen Yoksulluk

 

Sonuç bir takım kritik unsura, özellikle de tüm dünya elitlerinin tehlikeye attıkları ters tepmeye nasıl cevap vereceğine bağlı olacaktır. Amerika ve Avrupa da son yıllarda elitler kendilerinden çok sıradan insanlara zarar veren siyasi hatalar yaptılar. Finansal piyasaların deregülasyonu ABD’deki kredi krizine zemin hazırladı, ayrıca kötü tasarlanmış Euro Sistemi, Yunanistan’daki borç krizine katkıda bulundu. Açık sınırlara dair Schengen sistemi, Avrupa’daki mülteci akımını kontrol etmeyi zorlaştırdı. Elitler bu durumların oluşmasında kendi paylarını kabul etmeliler. Hepsinden de ötesi, mevcut liberal dünya düzenini tersine çevirmenin globalleşmenin gerisinde kalanlar da dahil herkes için durumu daha da kötü hale getireceğini hesaba katmak önemlidir. Neticede gelişmiş dünyada iş kaybının asıl sebebi göç veya ticaret değil teknolojik değişimdir. Amerikan imalat sektörü yüksek otomatikleştirilmiş robotik fabrikalarında işlerinin azalıyor olmasına rağmen son 10 yılda bir yeniden doğuşu yaşamaktadır. Bozulmanın kaçınılmaz olduğunu bilsek bile insanları bu alt üst oluştan uzak tutmak için daha iyi sistemlere ihtiyacımız var. Yoksa kendimizi iki Dünya için de en kötüsü olan global ticaret sisteminin çok daha eşitsiz bir şekilde beslendiği bir durumun için de bulacağız.

Hürriyet, Eşitlik, Adalet ve Demokrasi gibi değerler, bir “Birey” olarak arka çıktığımız büyük kavramlar, bütün insanların hep birlikte kardeşçe el ele yaşayabileceği ortamı sağlayacak kavramlar olduğu içindir. Bunları reddeden, bilim ve medeniyet dışı düşünce tarzlarını benimseyip, diğer görüşleri suçlayan ve insanlar arasında düşmanlık, ayrılık ve nifak tohumları serpen, üstelik bu yönde eğitim yapan mihraklar, hâlen yeryüzünde mevcut olduğu içindir ki; insanlık mücadelesine olanca azmi ile devam etmektedir. Demokrasi üzerine titreyen her kurum ve kuruluş da sağduyu sahibi özgür bireylerin yaptığını yapmalı, öncelikle eğitim ve insan yetiştirme sorunları üzerine eğilip, düşünmelidir.

Demokrasi ise, faziletli ehil ellerde uygulandığı sürece, insanların en asil bir varlığıdır. Kişiye en çok değer veren, haysiyetini yücelten, yegâne diktatörlüğünü kabullendiği ve yalnızca onunla kendini emniyette hissettiği bir varlıktır.

Son Söz: Özgürlük Demokrasi için sonsuz bir idealse, Tolerans da bu ideale götüren biricik Erdemdir.

 

 

 

Doç.Dr.Evren Bolgün | Beykoz Üniversitesi Öğretim Üyesi

BAKMADAN GEÇME

Benzer Haberler