Dünya Ekonomisi
Burak Köylüoğlu: Ukrayna’dan Uzakdoğu’ya: 2025’te Jeopolitik Satranç
Fırtına gibi geçen 2025 yılında Yeni Soğuk Savaş’ın cepheleri genişledi ve bu cepheler derinleşti. Artık ABD-Çin çekişmesi ticaret savaşları, Tayvan ile Güney Çin Denizi’ndeki fay hatları ve Ukrayna Savaşı ile sınırlı değil. Bu büyük mücadele artık madencilik, teknoloji, yazılım ve lojistik gibi alanlara da yayıldı. Üstelik bu yeni Soğuk Savaş’ta yeni bir kavramla karşı karşıyayız: Multi-aligned blocs yani Türkçesi ile hibrid, içeriği hızlı değişen ve ağırlık merkezi değişen bloklar.

Fırtına gibi geçen 2025 yılında Yeni Soğuk Savaş’ın cepheleri genişledi ve bu cepheler derinleşti. Artık ABD-Çin çekişmesi ticaret savaşları, Tayvan ile Güney Çin Denizi’ndeki fay hatları ve Ukrayna Savaşı ile sınırlı değil. Bu büyük mücadele artık madencilik, teknoloji, yazılım ve lojistik gibi alanlara da yayıldı. Üstelik bu yeni Soğuk Savaş’ta yeni bir kavramla karşı karşıyayız: Multi-aligned blocs yani Türkçesi ile hibrid, içeriği hızlı değişen ve ağırlık merkezi değişen bloklar. Yani bloklar içinde yer alan ülkeler hızla pozisyonlarını pragmatik bir şekilde değiştirebiliyor. Örneğin Şangay İşbirliği Örgütü içinde yer alan Hindistan’ın Rus petrol alımını azaltacağı konusundaki açıklaması gibi…
Bu karmaşık kavramın tanımını Türkiye’nin pozisyonu üzerinden verelim. Türkiye NATO üyesi ve Avrupa Birliği aday statüsünü “halen, ancak donmuş bir şekilde” sürdüren bir ülke olmasına rağmen; aynı zamanda Rusya ile yakın ilişkileri olan bir ülke. Türkiye, Hindistan, Güney Afrika, Brezilya gibi ülkeler her iki blok ile ilişkilerini sürdürerek ekonomik, askeri ve politik olarak menfaatlerini maksimize etmeye çalışıyor.
ABD ve Avrupa Birliği NATO şemsiyesi altında tümleşik bir blok gibi görünse de iki dev güç arasında ekonomi ve ticaret yönleri ile derin çatlaklar mevcut. Benzer görüş ayrılıkları ABD ile Uzakdoğulu müttefikleri arasında da devam ediyor. Sanılanın aksine ABD-Birleşik Krallık-Avrupa Birliği-Japonya-Güney Kore-Kanada-Avustralya-Yeni Zelanda katı bir blok değil, bu ülkelerin özellikle Çin ile de karmaşık ve iç içe geçmiş ekonomik bağları var. Ukrayna Savaşı’ndan önce, benzer nitelikteki ilişki Batı Dünyası ile Rusya Federasyonu arasında da vardı.
Bu nedenle Yeni Soğuk Savaşı tarihsel örnekler ile karşılaştırmak olanaklı değil. Çünkü küreselleşme 1990 sonrasındaki dünyaya çok daha karmaşık bir boyut ekledi: Sermaye ve teknolojinin sınırlar ötesine rahatça geçiş olanağı.
Oysa 1914 öncesinde Almanya İmparatorluğu’nun başını çektiği Merkezi Devletler’in, Britanya İmparatorluğu liderliğindeki İtilaf (Entente) Devletleri ile rekabetini analiz etmek çok daha kolayken; bu analizi 1939 yılına taşıdığımız zaman işler bir parça daha zorlaşıyordu. 1939 yılında Nazi Almanyası, Faşist İtalya ile müttefiklik kurarken, II. Dünya Savaşı’na giden yolda Sovyetler Birliği’nin tarafsızlığını ve hammaddelerini arkasına alarak Batı ve Kuzey Avrupa’yı işgal edebilmişti. Nazi Almanyası Napolyon İmparatorluğu’nu aşmış olan muazzam fetihler dizisine, müttefiki Sovyetler Birliği’ni işgal ederek devam ettiğinde ise aslında kendi sonunu mühürlemişti. 1941 yılında Nazi Almanyası-İtalya- Japonya ekseni sarsılmaz bir askeri ve ekonomik bir rakibi kendileri oluşturmuştu. ABD-Britanya İmparatorluğu-Sovyetler Birliği bloku öyle bir kapasiteye sahipti ki, daha 1942 yılında Mihver güçlerinin tam beş katı kadar büyük bir sanayi tabanına sahipti. Üstelik bu tarihte Amerikan ekonomisi daha yeni ısınıyor, Sovyetler Birliği ise Almanlara kaptırdığı Batı Rusya ve Ukrayna’daki kritik hammaddelerin yokluğunu çeker durumdaydı.
1948 yılında başlayan Soğuk Savaş ise Sovyetler Birliği’nin 1945 Yalta ve Potsdam konferanslarında elde etmiş olduğu kazanımları savaş sonrasında tek taraflı olarak genişletmesi nedeniyle başlamıştı. 1948-1990 döneminin Soğuk Savaşı sürecinde dünya iki kutuplu idi. İki blok arasında ticaret son derece sınırlıydı. Üçüncü Dünya ülkeleri olarak bilinen ülkeler herhangi bir blokta yer almıyordu. Sovyet ekonomisi 1970’lerden başlayarak artan bir ivme ile çökerken, Batı’nın teknolojik ve ekonomik üstünlüğü Soğuk Savaşın sonucunu belirlemişti. Batı Dünyası 1990-1991 döneminde alternatifi olmayan rakipsiz bir güç gibi görünüyordu.
İnsanlık tarihi unutulmaz stratejik hatalar ile doludur. Yapılmış olan en büyük hatalardan biri ABD Başkanı Bill Clinton döneminde yapılmıştır. ABD 1971 yılında Başkan Nixon’ın meşhur Beijing ziyaretinden sonra, Çin’i Sovyetler Birliği’nin karşı ekseninde tutmak için 1970’lerde ve 1980’lerde Çin’e yüksek teknoloji ürünlerini kısıtlı da olsa satıyordu.
1989 Tiananmen olayları sonrasında ABD, Çin’e karşı askeri teknolojiler alanında yaptırım uygulamaya başlamıştı. Diğer yandan küreselleşme ile Çin’in ucuz işgücü, küresel anlamda düşük fiyatlı enerji maliyetleri ve Çin’in bitmez tükenmez madenleri ve hammaddeleri birleşerek dünyada ucuz ve bol miktarda arz yaratmıştı. 1980’li yılların meşhur neo-liberal ekonomi politikalarının ayrılmaz parçası olan “supply-side economics” yani arz yönlü ekonomi kulübünün öğretileri büyük bir zafer kazanmış gibi görünüyordu. Dünya düşük enflasyon, yüksek büyüme ve hızla artan kişi başı gelir ve servet etkisi ile “altın bir döneme” girmişti.
Şimdi gelelim ABD’nin yaptığı hayati stratejik hataya…
2000 yılı mart ayında Demokrat Partili Başkan Bill Clinton yönetimi, Amerikan Kongresi’ne Çin ile ticareti daha da arttıracak bir yasa tasarısını sevk etti. Başkan Clinton yasa tasarısını geçirilmesi amacıyla uzun bir konuşma yaptı. Bu konuşmada Çin ve ABD arasında artan ticaretin Çin’deki sıradan insanların alım gücünü arttıracağını, ekonomik gücü artan bireylerin politikada ve sosyal hayatta daha fazla söz hakkı olacağını ve Çin’de artan bireysel refah ile demokrasinin gelişeceğini ifade etti. Clinton’ın tezlerinin dayandığı ana fikri özetleyen unutulmaz cümlesini olduğu gibi aktarıyorum:
“When individuals have the power, not just to dream but to realize their dreams, they will demand a greater say.”
Amerikan başkanları Bill Clinton’dan itibaren bu temel yanılgı içinde oldular. Neredeyse kıta büyüklüğünde dev bir ülkeye dolaylı veya doğrudan muazzam bir teknoloji aktardılar. Onların aktarmadıklarını da Çinli mühendisler ve teknik insanlar, “reverse engineering” ile elde ettiler.
Bill Clinton bu konuşmayı yaptığı zaman, 2000 yılında Çin ekonomisinin büyüklüğü ABD’nin yaklaşık %12.5’i (Çin 1.21 trilyon USD, ABD 10.25 trilyon USD) kadardı.
ABD’nin Çin aleyhine verdiği birikimli mal cinsinden dış ticaret açığı 2000-2024 arasında tam 6.76 trilyon USD’dir. Amerikalıların aynı dönemde servis ve hizmetler alanında (finansal, yazılımsal servisler dahil) Çin’e karşı verdiği oluşan fazlalığın toplamda yaklaşık 0.5 trilyon dolar olduğu düşünülürse, mal ve hizmet dengesi 2000-2024 döneminde toplam 6.25 trilyon USD’nin üzerinde açığa karşılık gelir.
Bu açık enflasyonla düzeltilmemiştir. Bu tutarı kabaca bugüne kadar getirdiği zaman mal ve hizmet dengesi açığı son 25 yılda yaklaşık 7.5 trilyon dolara denk gelir.
İşte Çin’i dünyanın ikinci süper gücü yapacak servet aktarımı buydu. Çin’in son 25 yıldaki gelişimini sadece bu servet ve teknoloji aktarımı etkisine bağlamak, bu karmaşık süreci basite indirgemek olurdu. Çin’in iç reformları ve stratejik vizyonu bu sürece çok önemli katkıda bulunmuştu.
Şimdi gelelim asıl kritik noktaya…
Bu servet aktarımı Amerikan doları cinsinden olduğu için ABD ekonomisi için borçlanma olanağının artmasına işaret ediyordu. Yani Çin mal ve hizmet sektöründe ABD’ye karşı verdiği fazla ile Amerikan doları cinsinden varlıklara yatırım yapıyordu.
Bu varlıklar da şüphesiz ki, Amerikan devlet ve yerel yönetim tahvilleri idi.
Batı Dünyası’nın son 25 yılda verdiği bütçe açıklarının anlamlı kısmı Japonya ve Çin tarafından böyle finanse ediliyordu. Bu bütçe açıkları Batı ülkelerinin vatandaşlarının refahını arttırdığı gibi, Çin’in ve Uzakdoğu’nun yarattığı ucuz ve bol miktarda mal da ayrıca katkıda bulunuyordu.
Bu süreç basitçe bir “recycling of trade surplus” yani dış ticaret fazlasının geri dönüşümü ya da yer değiştirilmesi değil.
ABD bu dönemde devasa derecede dış ticaret ve bütçe açığı verirken, oluşan dış ticaret açığı ülkeler arası dolar cinsinden borç-alacak ilişkisi yaratıyordu. Çin’in bu ticaret fazlasını ABD tahvili alarak, Amerikan kamu açığını finanse etmiş olması, ABD borç stoku artarken tahvil faizlerinin artmasını da engellemişti.
Ancak ideolojik olarak tamamen karşı kutupta yer alan, kıta büyüklüğündeki bir ülkeye böyle bir servet, sanayi kapasitesi ve teknoloji aktarmak büyük bir hata idi.
Bu hatayı Demokrat Partili Başkan Bill Clinton (1993-2001), Cumhuriyetçi Başkan George W. Bush (2001-2009), Demokrat Partili Başkan Barack Obama (2009-2017) sürdürdü.
ABD yönetimi Başkan Trump ile bu stratejik hatadan geriye dönmeye çalıştı. Ancak Başkan Trump’ın ilk dönemi (2017-2021) iç çekişmeler ve politik karmaşa ile geçti.
Demokrat Partili Joe Biden ise ikinci büyük stratejik hatayı yaptı. Ukrayna’yı Rusya’ya karşı destekleyerek Ukrayna savaşını tetikledi. 2022 yılında Ukrayna’nın NATO’ya girme olasılığının belirmesinin, 1962 Küba Füze Krizi’nden pek de bir farkı bulunmuyor. Amerikalılar 1962 yılında Sovyet füzelerinin Küba’da kalmaması için III. Dünya Savaşını göze almışlardı. Ruslar için de NATO’nun Ukrayna’ya yerleşmesi aynı derecede kabul edilemez bir güvenlik riskiydi. Ruslar açısından NATO kırmızı çizgiyi artık aşmıştı. 1990’lı yıllardan başlayan NATO’nun doğuya doğru genişlemesinin önü alınmalıydı.
Ukrayna Savaşı’nın stratejik sonucu Rusya-Çin eksenini pekiştirmek oldu. Bir de hammadde ve enerji arzı sorunu çıkararak küresel bir enflasyonist etki yarattı. Üstelik faizlerin ve enflasyonun artması, pandemi döneminden sonra bol ve ucuz para ile desteklenen finansal sistemde görülmeyen çatlaklar yarattı. Geçen hafta ABD’de beliren “bölgesel banka risklerine ilişkin endişeler de” bu çatlaklardan sadece biridir.
2024 yılında GSYH anlamında ABD 29.18 trilyon USD, Avrupa Birliği 19.42 trilyon USD ve Çin 18.80 trilyon USD ile ilk üç büyük ekonomiyi oluşturuyor. Çin GSYH’si ABD’nin %65’ine kadar ulaşmış durumda.
Başkan Trump ve yönetimi yapılmış olan stratejik hataları geri çevirmeye çalışıyor. Ancak zaman geri döndürülemez. Üstelik Trump yönetiminin birbirine bağlı kısa vadeli taktik hamlelerle başarıya ulaşma stratejisinin karşısında sabırla daha uzun vadeli sonuçlar için hamle yapan bir rakip var. Trump yönetimi demokratik bir sistemde zaman baskısıyla hareket ederken, Çin Komünist Partisi liderinin zamanla ilgili bir sorunu yok.
Batı Dünyası halen ekonomik ve teknolojik olarak liderliğini korusa da zamanın kimin lehine işlediği büyük bir soru işareti.
Burak Köylüoğlu