Dünya Ekonomisi
ANALİZ: Rusya’nın Nükleer Caydırıcılığı Zayıflıyor mu?
Ukrayna’ya yönelik başlatılan ve üç gün süreceği öne sürülen “özel askeri operasyon” dördüncü yılına girerken, Rus ordusu hem personel hem…

Ukrayna’ya yönelik başlatılan ve üç gün süreceği öne sürülen “özel askeri operasyon” dördüncü yılına girerken, Rus ordusu hem personel hem de teçhizat açısından ağır kayıplar verdi. Ölü ya da yaralı sayısının bir milyonu aştığı, en az 5.000 tankın kaybedildiği ve Karadeniz Filosunun büyük oranda yok olduğu bildirilirken, Kremlin’in en büyük dayanağı ise halen nükleer silah kapasitesi olmaya devam ediyor. Ancak bu stratejik denge de son gelişmeler ışığında ciddi şekilde sarsılmış durumda.
Putin yönetimi, savaş boyunca Ukrayna’ya ve Avrupa başkentlerine yönelttiği tehditlerde sıklıkla 5.000 civarındaki nükleer savaş başlığını siyasi bir araç olarak kullandı. Ne var ki, bu caydırıcılığın arka planındaki teknik altyapının artık o kadar da sağlam olmayabileceğine dair işaretler ortaya çıkmaya başladı. Özellikle Rusya’nın doğusundaki nükleer denizaltı üssünde meydana gelen son doğal afet, Moskova’nın nükleer kapasitesine gölge düşürebilir.
Tsunami Nükleer Denizaltı Üssünü Vurdu
Geçtiğimiz günlerde Rusya’nın Pasifik kıyılarını vuran tsunami, Kamçatka yarımadasındaki Rybachiy deniz üssünü ciddi şekilde etkiledi. 8.8 büyüklüğündeki depremin tetiklediği dev dalgalar, ülkenin stratejik nükleer denizaltılarını barındıran en büyük üssüne ulaştı. Uydu görüntüleri, liman altyapısında yüzeysel hasar olduğunu doğrularken, asıl endişe deniz seviyesinin altındaki gizli sığınaklarda yaşanmış olabilecek muhtemel zararlara odaklanıyor.
Söz konusu üs, Rusya’nın kıtalararası balistik füze taşıyabilen nükleer denizaltılarının yanı sıra diğer nükleer güdümlü denizaltılarını da barındıran kritik bir merkez. Konumu itibarıyla hem NATO gözleminden uzak hem de Avrupa güçlerinin erişemeyeceği bir noktada tasarlandı. Ancak bu doğal felaketin ardından Kremlin’den gelen mutlak sessizlik, hasarın sıradan olmadığını düşündürüyor. Japonya’daki Fukuşima felaketinin çok daha küçük çaplı bir tsunamiyle yaşandığı hatırlatıldığında, Kamçatka’daki potansiyel riskin büyüklüğü daha iyi anlaşılıyor.
Taktik Nükleer Güçte Azalma Sinyalleri
Sadece birkaç ay önce Ukrayna istihbaratının başarılı bir operasyonla Rusya’nın taktik nükleer bombardıman uçaklarının üçte birini etkisiz hale getirmesi, Kremlin’in askeri kapasitesine dair kuşkuları artırmıştı. Bununla birlikte, Iskander füzelerinin büyük ölçüde konvansiyonel başlıklarla donatıldığı, yani taktik nükleer işlevlerinin büyük oranda devre dışı bırakıldığı da uluslararası savunma çevrelerinde dile getiriliyor.
Bu gelişmeler ışığında, Rusya’nın yalnızca retorik düzeyde güçlü görünen nükleer caydırıcılığı, teknik açıdan giderek kırılgan hale geliyor olabilir. Nükleer denge kavramı, yalnızca “Karşılıklı Garantili Yok Oluş” (MAD) doktrinine değil, aynı zamanda karşılıklı güvenlik ve kapasite dengesine dayanır. Son dört yılda yaşanan gelişmeler, bu dengenin tek taraflı olarak bozulmakta olduğuna işaret ediyor.
Batı İçin Yeni Bir Stratejik Fırsat mı?
Rusya’nın nükleer kapasitesinin zayıflamaya başladığı bu süreçte, Batı’nın yeni bir stratejik üstünlük yakalama şansı oluşmuş olabilir. Özellikle İsveç ve Finlandiya’nın NATO’ya katılımıyla İttifak’ın insan gücü ve operasyonel kabiliyeti önemli ölçüde artarken, İngiltere’nin beşinci nesil F-35A nükleer uçak alımına gitmesi ve ABD’nin 15 yıl aradan sonra tekrar İngiltere’de taktik nükleer silah konuşlandırması, dengelerin Batı lehine kaymaya başladığını gösteriyor.
Rusya’nın nükleer tehditlerine karşı Batı’nın artık daha açık ve kararlı bir söylem geliştirmesi gerektiği dillendiriliyor. Kremlin yıllardır Batı’ya korku salmaya çalışırken, şimdi Batı’nın aynı dili kullanarak Moskova’yı müzakere masasına çekebileceği bir fırsat doğmuş olabilir. Ukrayna için adil bir barış anlaşmasının zemini, belki de bu kırılgan nükleer denge üzerinden inşa edilebilir.
Ancak bu tür bir strateji, ciddi siyasi irade ve liderlik gerektiriyor. Batı Avrupa’daki mevcut liderlik kadrosunun bu tür bir “blöf savaşını” oynayabilecek kapasitede olup olmadığı tartışma konusu. Öte yandan, ABD’nin mevcut başkanının söylemleri bu çizgiye daha yakın görünse de, ilk görev döneminde izlediği karmaşık ve dalgalı dış politika çizgisi, bu yaklaşımın ne kadar sürdürülebilir olduğu konusunda soru işaretleri yaratıyor.
Yeni Dönemde Nükleer Gerçeklik
Putin’in askeri anlamda ciddi bir zayıflama yaşamasına rağmen, içeride hâlâ güçlü bir otorite kurabildiği gözleniyor. Ancak nükleer silahların yalnızca sahip olunması değil, aynı zamanda etkin şekilde korunması, bakımının sağlanması ve gerektiğinde kullanılabileceğine dair güvenin inandırıcı olması da gerekiyor. Şu anda Rusya’nın bu güveni uluslararası alanda zedeleyen bir tabloyla karşı karşıya olduğu görülüyor.
Eğer Kremlin’in elindeki nükleer kozlar artık yalnızca politik şantaj unsuru haline geldiyse, bu Batı için hem stratejik hem de psikolojik anlamda önemli bir avantaj sunabilir. Ancak bu avantajın doğru değerlendirilmesi, sadece teknolojik üstünlükle değil, aynı zamanda diplomatik cesaretle de mümkün olacaktır.
Sonuç olarak, nükleer dengenin sarsıldığı bir dönemde dünya yeni bir stratejik eşiğe girmiş olabilir. Bu eşik, ya güç gösterileriyle daha da tehlikeli hale gelecek ya da diplomasiyle kalıcı çözümlere kapı aralayacaktır. Tercih, artık yalnızca Moskova’da değil; Londra, Washington ve Brüksel gibi başkentlerin iradesinde şekillenecek.